Savaşın Ezgili Şarkısı
Tokluk uğruna aç toprakları süren biz değil miyiz?
Güzellik uğruna çirkin savaşları veren biz değil miyiz?
Namlular gölgesinde aşkları,
ölümler denizinde dostlukları kuran biz değil miyiz?
Demek ki ölüm
korkutmuyor artık
Demek ki gelecek yakın
Ha bugün ha yarın, varacak olan biz değil miyiz?
BERİTAN HEVİ
Tüm şiirler, romanlar, türküler İstanbul Edebiyat Fakültesi'nden Yaşam Üniversitesi'ne taşınacaktı Gülnaz'ın çantasında ve edebileştirilecekti Bêritan'ın yaşamında.
İlk özgürlük havasını Cudi'de soludu Gülnaz. Bêritanlaşacaktı doruklara yakışırcasına.
Hiç bu kadar yürümemiş, hiç bu kadar yorulmamıştı. Onca yorgunluğa rağmen, yaşadığı duyguları her zamankinden farklıydı. Müthiş bir haz ve rahatlık vardı yüreğinde Bêritan'ın. Coşku ve morali en üst düzeyde yaşıyordu. İnsanlara karşı yaklaşımındaki kazanımcılığı ve sınır tanımayan paylaşımcılığı dikkatlerden kaçmıyordu. Bu özellikler yüreklerde derin bir iz bırakıyordu.
Bu yürek nasıl girdi her bir yoldaşın yüreğine? Neydi yürekte somut bulan ve derin iz bırakan? Gelin birlikte gidelim geçmişe. '92'in karesinde tek tek anılar ve yaşanılanlara geri dönelim birlikte.
Geliye Azadi denilir adına bu toprağın. Özgürlük Vadisi! Özgürlüğe susamış insanların özgürlükle kendini varetme savaşımları ülkenin her toprak parçasında yaşandığı gibi burada da yaşanır.
İlkler bu vadide yaşanır o insanlarca. Yıllar boyu yaşamlarında iz süren ilkler! İlk çelişkiler, ilk paylaşımlar, ilk güzellikler, ilk şaşkınlıklar, ilk kişilik çatışmaları, kendini varetme savaşımları yaşanır bu topraklarda.
İlklerin en güzeli ve en deriniyle burada Bêritan daha bir anlam kazandırır kendisine.
Yeniydi Bêritan da diğer arkadaşlar gibi. Savaşa yabancılığımız hat safhadaydı. Hep yolcu uçakları görmüştük yüksek semalarda uçarken ya da filmlerde izlemiştik birilerinin canına kastederken. O yüzden gariptik böylesinin yaşamımızda yer almasına. Daha yeni emeklemeye başlayan çocuklar misali yürümeye yabancıydık anlayacağınız. Demir pençeli kuşlara karşı nasıl korunacağımız noktasında da belirginleşen bir düşüncemiz yoktu.
'Heval no! Bir şeye ihtiyacınız var mı?
Bêritan'ın bu noktadaki farklılığı şuydu yoldaşlar! Kendisi giriyordu inisiyatiflice işlerin içine. Anladığı, kavradığı düzeyle doğru-yanlışı birbirinden ayırt ederek, öngörüyle mevzilendirmesini yapıyordu arkadaşların. Bir de tek tek dolaşırdı mevzileri. Kulaklar yürekten gelen sesi işitirken, gözler parıldardı:
-"Heval no! Bir şeye ihtiyacınız var mı?"
Çoğu kez 'yeni şervan' deyip sıyırırız kendimizi ya da bizden biraz kıdemli eski arkadaşlardan bekleriz birşeyleri. Bêritan yoldaş, yaklaşımlarıyla bunu kıran bir özelliğe sahipti. 'Uzun yol yürüyüşlerinde zaman zaman zorlandığımızda, yeni şervan olan Bêritan'ın silahlarımızı alıp, elimizden tutarak bizi yürütmeye çalışması ne kadar büyük moral verirdi biz yeni şervanlara.'
Bireyin devrimde karar kılarak kendini katması ve bununla kendini yaratmasının somut örneğini Bêritan yoldaşta görmedik mi tarihimizde? Kendini sonsuz adamışlık düzeyi insanı bu kadar güzelleştiren husus olmuyor mu? Bu kadar kısa ancak dopdolu, capcanlı geçen yaklaşık iki yıllık bu yürüyüşe neler neler sığdırılmamıştı ki, ne güzellikler, yücelikler içine almamıştı ki? Çıkan sonuç, bizler açısından devrime katılım konusundaki kararlılık düzeyinin belirleyiciliği oluyor. Ve bunu en yakıcı kendi duruşuyla gözler önüne seren BÊRİTAN GERÇEĞİ.
Yoldaşlık ruhunun en güzelini O'nun şahsında da gördük. Onda insana yaklaşım son derece yargıdan uzaktı. İncitmeden, zorlamadan ve dıştalamadan geliştirilen ilişkiler, yakalanan derin paylaşımlar, 'kavgalı olduklarıyla bile acı vermeyen bir ilişkiyi yakalayarak, yoldaşlığa yaklaşımın nasıl olmasını pratiğiyle çarpıcı koyuyordu.
Sol anahtarı bulmuştu
Artık kış gelmiş, Özgürlük Vadisi beyaz elbiselerini giymişti. Tüm birlikler eğitim sürecine girmişti. Eğitme noktasında kendisine ve çevresindeki arkadaşlara karşı olan duyarlılığıyla Bêritan arkadaşla başka bir anı karesinde karşılaştık.
Oluşturulan gruplara ders verirken, akşam saatlerinde konuk olduk mangalarına. Küçük fanusun etrafında daire şeklinde, yüzüstü uzanan arkadaşların o anki düşüncelerine tanık olduk, bir de oldukça sabırlı, istekli ve teşfikvari yaklaşımlarıyla Bêritan yoldaşa. Amaç net ve bunun için de karar kesin!
-Eğer okuma-yazmayı öğreneceksek, o halde sistemini oturtmalıyız, derken, kendisini kırmak istemeyen arkadaşların farkındadır. Tabii sıkılan ve bu işi istekle yapmayan arkadaşların tepkilerini de alıyordu. Alttan alta gülüş ve bakışıyla köşede oturan bir arkadaş dikkatini çekiyor, hemen "Ne oldu, sen niye okumuyorsun?" derken arkadaşın sıkıldığını anlamıştı.
Sıkıldığını söylememiş, keyfi yaklaşımlarını da kamufle edememiş, utangaç bir çehre yansıtmıştı ortama. Hemen arkası geldi bunları dağıtmaya yönelik.
-Başkanın bir çözümlemesini okuyorum. Haydi gel, sesli okuyorum, sen de dinlersin, derken, ona okumayı sevdirmenin başka bir yolunu bulduğu için de keyifliydi Bêritan. Çözümsüzlüğü görmedik, hep bir alternatif vardı. Buna karşı yaşam sevgisi güçlü olan bir insan ancak bu kadar kararlı bir yaklaşımın sahibi olabilirdi.
Birçok kez Bêritan'ın tok sesiyle Dersim türküleriyle oduna gittik. Mevzi yaptık, mangalarımızı onardık, dik tepelere vurduk su getirmek için. En çoksevdiği; hep doğallığıyla türkü söylemekti.
Sol anahtarını bulmuştu Bêritan. Yaşamın, sevginin, yoldaşlığın ve paylaşımların sol anahtarıyla söylediği türkü, ne büyük bir ezgili direniş türküsüne dönüşmüştü sonraları.
Günleri, sesleri, dakikaları geçirdik. 'Keşke yapsaydık, keşke tanısaydık' dedik bizler de. Ormanlığın içinde yürürken, en güzel gülüşlü fotoğrafı hayalimizde bir kez daha canlanırken, anılarda belleğimizde yer edindi Bêritan yoldaş.
En sıcak zamanlarda bile ateş yakıp, önünde oturduğu, ateşin sevdasını yüreğinde hissettiği başka bir kareye gittik, başka bir arkadaşla. Ateşe karşı duyulan sevgi de farklıydı Bêritan'da. O'nu izlemek ne büyük sabır veriyordu, ne güzelliklere gidiyordu her bir alevin savruluşunda. Kızıl közleri avuçlama istemi doğuyordu yüreğinde. Kırık figürleri tek tek yorumluyordu çevredekilere. Figürlerde gizlenen dans edişlere daha bir anlam yüklüyordu. Renkler yaşamda, sevdada en güzelini çağrıştırıyordu Bêritan'ın beyninde. Kırık figürlerin renk kuşağında, en çok sevdiği eflatun renginde neler görmüştü, neler hissetmişti sizce?
'Özgürlükle nişanlandı'
Yüreğinin dökümlerini yazma istemi gelişince karanlık gecelerde, yardımına çok sevdiği ateş gelmez miydi? Topladığı odunlardan yaktığı ateşin önünde saatlerce yazdığı yazıları, şiirleri kendi sesinden sonrasında yüreğimizi ısıtırcasına dinlemez miydik? Ya da geceye arkadaşlık eden dolunayla paylaşımları, acıları yazmaz mıydı deftere? Ne büyük huzur duyardı ayışığında. Dolaşmak, yazmak, ay ışığıyla, saatlerin, günlerin arkadaşlığı ile ulaşmak derdi Başkan'a.
"Savaştıkça güzelleşir insan be yoldaşlar" diye girdi manganın içerisine neşeyle. Meraklı bakışlar arasında kendisini hazırlamaya başladı gideceği eyleme. Karanlık ve puslu gecelerde, türkü tadında öfkesini dillendireceği silahını aldı. "Temiz!" diye geçirdi içinden. Gözleri ışıl ışıl parlıyordu, yüreğin yansıması misali! Ancak güzel olan sevilir, öyle ya güzelleşmek için çabalayan da.
Eylem dönüşü uzaktan gördük Bêritan Yoldaşı. Yüzünün sarılı oluşunu görünce, bir tuhaf oldu yüzler. Tepeden kendisini arkadaşların yanına bıraktığında, gözlerinden hüzün, umut, mutluluk karışımı aynı anda okunuyordu. Buruk bir ses tonu hakimdi. Buruktu, çünkü geride 44 özgecan yoldaşını bırakmıştı. Ne de coşkulu halay çekmişlerdi eylem öncesi, "ez xelefim" parçasıyla. Ortama bir hüzün çöktü. İlk elden pansuman yapmak için geldiler Bêritan yoldaşın yanına. Kafasını iki yana salladı ve yara alan yanağını çevirip, gülümseyerek,
-"Nasıl güzelleşmişim değil mi?" derken, savaştıkça varolan, savaştıkça güzelleşen, daha çok yüreklere dem vuran özgecanlara götürdü bizleri.
Ta Cudi'den başladık, Geliye Azadi'ye kadar geldik Bêritan Yoldaşla. Coşkusu, özlemi, acıları, kararı, inadı, doğallığı, paylaşımları ve derin yüreği ile türküler tadında yaşamını dinledik yoldaşların ağzından, sevgi yüklü sözcüklerle.
Bazen iç çekişlerle başlayan gözyaşlarına tanık olduk, bazen de O'nu tanımanın gururuyla buruk bir ses tonuna. En temelde onların yüreğinde iz bırakan; yoldaşlarına karşı gösterdiği ilgi ve paylaşımcılığıydı Bêritan yoldaşın.
Özlemle anıyorlardı, EYLEM GÜZELİNİ!
Her bir nota ne kadar da güzelleştirmişti söylenen türküyü. Ustaca kullanılan müzik aletleri ne kadar güçlü bir sesi ortaya çıkarmıştı. Hep kulaklarda çınlayan ve ritmiyle yüreklerde somutluk bulan....
Bütün kalıpların parçalanmışlığını, doğallığın yanısıra ölçülü ve ilkeli bir duruşu görmedik mi O'nun şahsında? Onca geri yaklaşımlara karşı incinse de güzel yüreği, onların karşısındaki inatçı ve iddialı yaklaşımlarını anımsadık yine. Bağımsız duruşuydu aykırı olarak görünen ya da korkuyla yaklaşılan. Hep bastırma istemi yaşıyordu kadının gerilikleri, Bêritan'ı. Kendisi gibi olmaktan uzak, birileri gibi olmaya karşı ne kadar mücadele verdi Bêritan. Acılar yaşansa da yüreğinde, güzellikler hep kamçılıyordu, çirkinliklere ve geriliklere karşı durduğu için. Özgürlüğün gerekleri daha da somutluk bulmuştu bu yaşamda. Başkan'ın kadında yüzyılların köhnemişliğini nasıl atom misali parçalara ayırdığına bu yaşamda tanık olmuştu.
Özgürlükle nişanlanıp sözleşmesini O'nunla yenilemişti toplumun tüm çirkefliklerine inat! Arayış ve özlem dolu yüreğiyle sevdasının yönünü ülkeye çevirmişti.
Günler geçtikçe sevdası daha bir belirginleşti Bêritan'ın düşüncelerinde, akıp giden coşkulu bir nehir oldu yüreğine. 'Yaşamın ve sevdanın nasılı' somutluk kazanmıştı, Munzur'un paklığı ve coşkusu misali!
Bir istem gelişti, kilometrelerce öteye taşındı beyaz sayfanın sırtında.
-"Önderliğin çözümlemelerinden yararlanarak, bir roman denemesi yapmak istiyorum."
Yaşama, insanlığa, özgürlüğe olan ilgisini bir şekilde çözmeye çalışarak ifade edecekti Bêritan Yoldaş. Daha bir anlam kazandıracaktı yaşananlara tarih açısından. Bir belge olarak da günümüze taşırılma amaçlanmıştı belki de, kim bilir?
Bembeyaz doğa geride bırakılırken, baharın açan kaç renginde pratik heyecanı sarmıştı yürekleri. Ne yoğun istekti? Savaşa aktif katılma, komutanlığında yetkin bir duruşu sergileme noktasında iddialı ve kararlıydı Bêritan. Daha düzenlemeler okunmadan, neler yapacağına dair en küçük bir ayrıntıyı bile kafasında netleştirmişti. Savaşın ezgili türküsünü söyleme düşüncesi ile dolup taşıyordu yüreği. Silahla, savaşla daha bir yakınlaşacaktı özgürlüğe.
Düzenlemeler okunduğunda, Bêritan'ın adı basın kurumunaydı. Kaldırmakta çok zorlandı, ama reddetmedi.
- "Örgütün ön gördüğü şekilde katılım sağlayacağım. Gereklerini layıkıyla yerine getirmeye çalışacağım. Fakat savaşa daha aktif katılmayı istiyordum." dedi.
Teslim olacağını sandılar!
Buruktu, çünkü çok uzun süredir birlikte olan yoldaşlarından uzak kalmak, ayrı düşmek zorlamıştı O'nu. Çelişkiyi görmüş, iyi çözümlemişti. Ne yoldaşlarını ne de örgütü zora sokmayacaktı. Yapılmak istenen geriliklere karşı kararlı duruşu sergileyerek, daha bir mana kazandıracaktı Bêritanlığına.
Zaman tünelinde yolculuğumuza devam ediyoruz. Son durak, Ekim 92 dilimi!
Coşkuların en büyüğünü, paylaşımların en derinini, güzelliğin en yücesini, direnişin en şahikada seyredişini duyumsuyoruz.
Özgürlük doruklarında ihanetçilere karşı söylenen türkülere yenileri eklenecekti. Tok sesleri çınlayarak yayılacaktı Lelikan'ın uçurumlarından ülkeye.
Bir türkü olacaktı direniş, dillerden dillere. Doruklarında boy veren, Bêritanca söylenen. Özgürlük çiçekleri bu türküyle daha bir coşkulu halaya duracaktı, reyhan tadında.
Bir farklı güzelleşmişti Bêritan o gün! Raxtını, silahını kuşanmış, diline doladığı türkünün ezgisiyle koşar adımlarla yaklaşmıştı, tepeye gidecek olanların yanına.
Günlerdir süren çatışmalarda nice özge canı yitirmişti bu yürekler, 44'ler gibi. Onları ve paylaşımlarını düşündükçe, ihanetçilere karşı kini ve öfkesi daha da derinleşiyordu yüreğinde ve beyninde. Mevzide otururken, birden yılların kokuşmuşluğunun tüm çirkinliğini aymazca üzerlerinde taşıyan peşmergeleri gördü. Attığı ilk kurşunla ihanete hedef oldu. Ardı arkası geldi.
Teslim alacaklarını düşündüler utanmazca. Beselerden, Mazlumlardan kalan direniş ruhuydu Bêritanlarda da somutluk bulan. Ülkeye sevdası, en önemlisi de kendini bütünleştirdiği, çözümlediği özgürlüktü Bêritan'ı Bêritan yapan! Attığı her mermide güzelleşen yanları çarpıcı görüyordu, öldürülen çirkinlikleri de. Mermilerinin yavaş yavaş azaldığını fark etti.
'Bijî Serok APO'
Peşmergeler yakınlaşıyordu kendisine. Son mermileri de kullandıktan sonra, silahını parçaladı Bêritan. Özgürlükten yana her şey tertemiz kalmalı dercesine.
Şaşırıp kalmıştılar. Böylesi bir direnişle karşılaşacaklarını ummamışlardı.
Son hayaline dururken Bêritan, umut ve sevda yüklü yüreğiyle, özlem duyduğu Özgürlüğe bir kez daha haykırdı:
"BİJİ BAŞKAN APO!" ve zılgıtlarla güzelliğin doruğunda seyretti savaşında da.
Korkmuştu peşmergeler böylesi gidişten. Korktukları kadar etkilenmişlerdi de yiğit Dersim kızının eyleminden. Ve Bêritan utandırmıştı onları kendilerinden.
Ve bugün,
O'na duyduğumuz özlemlerimizin ve sevdamızın simgesi olarak;
Ülkemizin en güzel çiçeklerinden yapılmış bir buket gönderiyoruz Lelikan diyarına, o güzel insana, KOMUTANLAŞAN BERİTAN'a.
Ve diyoruz ki,
'Onurumuzun korunağı uçurumlar
BÊRİTAN'ı
İhaneti solumayan solukların havası
BÊRİTAN'ı
Naftalin kokulu geçmişlerin çatlağı
BÊRİTAN'ı
Ölümünde BAHARIN TEK ŞARKISI
BÊRİTAN'ı
SEVİYORUZ!'
GÜLNAZ KARATAŞ KİMDİR?
Gülnaz Karataş (Beritan)1971'de aslen Dersimli olan memur bir ailenin çocuğu olarak Solhan'da (Bingöl) doğdu. İlkokulu Elazığ'da okudu. 1989'da İstanbul Üniversitesi İngilizce İktisadi Bilimler Fakültesi'ne kaydoldu. Okulun hentbol takımının kaptanı, en çok kitap okuyan öğrencisi, baskıya gelmeyen-katı kurallara karşı dik başlı özellikleriyle öne çıktı. 1989 Newroz'unda Kürt olduğunu öğrendi. 1990'da nişanlısıyla birlikte PKK saflarına katıldı. Halk içinde örgütlenme çalışmalarında bulunurken tutuklandı. Serbest bırakıldıktan sonra yönünü dağlara çevirdi. 9 Mayıs 1991'de Cudi dağında gerilla birliklerine ulaştı. Karataş, 1992'de takım komutanı olarak Şemdînan'a gitti. 24 Ekim 1992'de Güney Savaşı'na katıldı.
Kendi takımının etrafı çevrilen Karataş, kendisi savaşarak takımını savunmaya alır ve onların geri çekilmelerini sağlar. Bu sırada yanağından, kolundan ve göğsünden yaralanır. Son mermisine kadar savaşır. Sonra silahını parçalar. Parçaladığı silahına sarılır ve "Bijî Serok Apo" sloganını haykırarak kendisini yüksek kayalardan aşağıya bırakır... Beritan Kürdistan'da halk ve gerilla içinde bir efsane oldu. Adına şarkılar, şiirler yazıldı. Berîtan'ın gerilla saflarındayken tuttuğu günlüğü "Turuncu Destan Çiçeğim Özgürlük" adıyla kitaplaştırıldı.
RONAHİ ARARAT
- Ayrıntılar
Sonbaharda üslenme çalışmalarını başlatmıştık. Bahara kadar ki tüm hazırlıklarımızı yapmayı planlıyorduk. Düşman ise içeride hazırlık yapmamızı istemiyordu. Sınırın dışına çıkmamız, düşman için büyük bir başarı demekti. Onuncu ayda Hallac Köprüsü’nde üslenme yapmıştık. Karakol bize yakın olmasına rağmen, bulunduğumuz yerde birçok mağara ve iki de sarnıcımız vardı. Serhat’ta Kış’ın su bulunmadığından, bütün su ihtiyacı kar eritilerek karşılanıyordu. Hemen üslenme faaliyetine başlanmış, kimin nereye gideceği netleştirilmişti. KirêKor tarafında bulunan Deniz arkadaşın gücü cephane için yanımıza gelmişti. Yanımızda bulunan bütün cephaneyi onlara vermiştik. Benim sadece altmış mermim, arkadaşların da birkaç şarjörü kalmıştı.
Cephane ve ayakkabı gibi ihtiyaçlarımızı karşılamak için bizim gruptan birkaç arkadaş Kırêkor tarafına, Şehit Çem arkadaşın üzerinde bulunduğu bir grup üslenme yerine, üç arkadaş da ovaya gidecekti. Kalan arkadaşlar da üslenme yerine odun çıkaracaktı. Hava koşulları çok kötü olduğundan, odunları sabaha kadar ancak bir yere kadar götürebilmiş, yolun ortasına dahi yetişememiştik. Bunun üzerine biz de odunları bırakarak tekrar arkadaşların yanına gitmiştik.
Diğer gruplar kendi yerlerine gitmek için yola koyulacaklardı. O zaman bölge komutanı düzeyindeki Şehit Çiya arkadaş da yanımızdaydı ve o da bizimle birlikte gelmişti. Çiya, Simko Derik ve adını hatırlayamadığım birkaç arkadaşla birlikte randevu verdiğimiz yere gitmiştik. Sabah olduğunda karı temizleyerek bir kayalığın altını kazmıştık. Tam bulduğumuz bir çaydanlığı temizleyerek içinde kar eritmiştik ki, o sırada havan ve tank atışlarının sesini duymuştuk. Çatışma başlamıştı... Gruplar dağıldığında Rojhat arkadaş grupları denetlemek için iki güvenliği ve fiziki olarak zorlanan birkaç arkadaşla birlikte köyün yakınında kalmıştı. Ancak düşman arkadaşları fark etmiş ve sabah saatlerinde arkadaşları çembere almıştı. Arkadaşlar çatışarak bize yarım saat uzak olan bir yere kadar gelmişlerdi. Fakat düşman burada da önlerini tutmuştu. Fakat bulunduğumuz yer itibariyle bizim müdahale etme durumumuz söz konusu değildi. Arkadaşlar beş saat süren bir yerden kendilerini ovaya bırakmasına rağmen, düşman bir türlü peşlerini bırakmıyordu. Ancak akşam olduktan sonra arkadaşlar bu çemberden kurtularak bize ulaşmışlardı. Üç saatlik yolu çatışarak yanımıza gelmişlerdi. Yanımıza geldiklerinde de çatışmanın nasıl başladığını anlatmışlardı.
Anlatımlarına göre; Ali Direj arkadaşın karargâhı dediğimiz yere geldiklerinde çok yorgun olduklarından uyuyakalmışlardı. Sabah uyandıklarında ise karşılarında bir asker görmüşlerdi. Ali arkadaş Karnas silahıyla ateş ederek askeri öldürmüş ve böylece çatışma başlamıştı. Zaten biz de silah seslerini duyduğumuzda hemen yakınımızdaki tepeleri tutmuştuk. Bu çatışmada bir arkadaş yaralanmıştı. Yaralı arkadaşı yanlarında götüremedikleri için bir battaniyeye sararak bir ağaç kovuğuna saklamışlardı. Bu şekilde onu sağlama almak istemişlerdi. Yaralanan arkadaş, Kazım adında on yedi yaşında bir arkadaştı. Önceden Erci köyünde çobanlık yapmış olan ve çok sevilen bir arkadaştı. Herkes ona ‘Kalo’ diyordu ve biraz kamburu vardı. O an Kalo için hiçbir şey yapamıyorduk. Ertesi gün yanına gitmeyi planlamıştık, ama düşman çemberi iyice daraltmıştı…
Kirêkor tarafına giden grubumuz bizimle bağlantıya geçmişti. Bir ateş gördüklerini, bunun arkadaşların mı, yoksa düşmanın mı olduğunu netleştirmek istediklerini söylemişlerdi. Ateşe doğru gelirlerken, arkadaşlar gördükleri ateşin düşmanın olduğunu söylemişlerdi. Arkadaşlar yanımıza ulaştıklarında kendileriyle birlikte birçok eşya (çorap, mont) da getirmişlerdi. Ancak ayakkabımız yoktu. Birçok arkadaş ayakkabılarını şütikle bağlayarak ayaklarında tutmaya çalışıyordu.
Tekrar bir planlama yapılmıştı. Manga komutanımız, Güney Savaşında da yer almış olan Cizreli Mêrxas arkadaştı. Ben de Mêrxas arkadaşın yardımcısıydım. O gece Mix tepesini tutmamız gerekiyordu. Bawer Siverek ve iki bayan arkadaşın da içinde olduğu altı kişilik bir grup olarak tepeye gitmiştik. Mêrxas arkadaşın ayakları soğuktan şişmişti. Sabah olduğunda düşmanın büyük bir yığınak yaptığını görmüştük. Mêrxas arkadaş ayağından dolayı çok zorlanıyordu. Mêrxas arkadaşa arkadaşların yanına gitmesini söylemiştim ancak kabul etmemişti. Merxas arkadaşı Bawer arkadaşla birlikte biraz zor da olsa ikna etmiştik.
Mêrxas arkadaş aşağı inmek üzereyken, düşmanın tepeye doğru geldiğini görmüştük. Yanımızda çok fazla cephane de yoktu. Elimizde bulunan cephaneyi çok sınırlı bir şekilde kullanarak düşmanın tepeye çıkmasını engellemeye çalışıyorduk. Mermileri tek tek atıyorduk. Bu çatışmada dört düşman askeri vurulmuştu. Akşama doğru sis çökmüş ve düşman geri çekilmek zorunda kalmıştı.
İkindi vakti bir arkadaş daha yanımıza gelmişti ve iki bayan arkadaşı önceden gönderdiğimizden, dört erkek arkadaş kalmıştık. Arkadaşlar kendileriyle birlikte dört tane yağlı ekmek ve birkaç odun parçası getirmişlerdi. Yanımızda sadece bir battaniyemiz vardı. Sabaha kadar bir ağacın altında beklemiştik. Arkadaşların gelişleri ve yanlarında odun getirmeleri bizi çok sevindirmişti. Arkadaşlar ayrıca düşmanın durumuna ilişkin olarak da bize bilgi getirmişlerdi. Operasyonu yöneten Türk komutanı dağdaki bütün Apocu militanları bitirmeden operasyonu sonlandırmamaları yönünde talimat vermişti. Ancak operasyonu fiili yöneten komutanları ise; stratejik yerleri tuttuğumuzdan üzerimize gelemeyeceklerini biliyordu. Bu yüzden üstlerine ‘eğer sen yapabiliyorsan işte, ordu sana, sen gel yönet.’ cevabını vermişti. Bu esnada Çem arkadaş da yerine ulaşmış ve istenen malzemeleri de kendisiyle birlikte getirmişti. Çem arkadaş ve grubu elbette ki içine girdiğimiz durumu bilmiyorlardı. Düşmanın karargâhını geçmiş ve yukarıda güvenli bir yer olduğunu düşünerek orada uyumuşlardı. Sabaha doğru tekrar yola çıktıklarında Küçük ve Büyük Ağrı Dağı’nın arasında hareket olduğunu görmüş fakat bu hareketin arkadaşların hareketi olduğunu düşünmüşlerdi. Fakat kısa bir süre sonra, düşmanın tepeden üç kol halinde üzerlerine doğru geldiğini görmüşlerdi. Bunun üzerine eşyalarını bir taşın altına koyup üslenme yerine doğru koşmaya başlamışlardı. Düşman tarama yapmış ve üç arkadaş kolundan yaralanmıştı. Arkadaşlar yaralı arkadaşları da kurtarmış ve üslenme yerindeki mağaralara saklanmışlardı. Düşman da çok fazla üzerlerine gidememişti.
Düşmanla çatışmaya girerek kendilerini ova tarafına veren arkadaşlardan da haber alamamıştık. Ancak Gever adında biri yakalanmış ve yerlerimizi düşmana göstermişti. Düşman da cephanenin olduğu yere gelerek iki Doçka silahımızı ve diğer cephanelerimizi almıştı. Üslenme yerimize de bir koldan inen düşman, tam olarak üslenme yerimize giremedi. Her yeri tespit ettiklerini artık biliyorduk. Bir taraftan Çem arkadaşlar kopmuştu, bir taraftan da Gever teslim olmuştu. Tarih bir kez daha ateşin ve güneşin çocuklarının gücünü, iradesini, yüreğini sınıyordu adeta. Çünkü bu kadar yoğun bir kuşatma altında umudu, inancı diri tutmak gerçekten çok önemliydi. Ve bu tarihe, halka ve Önderliğe karşı asla vazgeçilmeyecek bir görevdi. Yiyecek hiçbir şeyimiz kalmamıştı. Yalnızca biraz unumuz vardı ve bununla un çorbası yaparak karnımızı doyurmaya çalışıyorduk. Tek bir çaremiz kalmıştı, sınıra ulaşma…
Bir can yaralı halde arkadaşlardan ayrı düşmüştü. Evet, Şirin yoldaş Kalo’muzdu bu, yoldaşları ne olursa olsun ona ulaşacaklardı. Ve ikinci gün arkadaşlar sızma yaparak Kazım Kalo’nun yanına ulaşmışlardı. Ancak onlar ulaştıklarında Kalo çoktan yüreğini ülkesine gömmüş, genç Kalomuz şehit düşmüştü. Bu çatışmada Kazım, yani Kalo arkadaşla birlikte iki şehit vermiştik. İntikam adında bir arkadaş da kolundan hafif yaralanmıştı.
Düşmanın çemberini birkaç yerde kırmamız gerekiyordu. Savunmalı bir şekilde harekete geçerek üslenme yaptığımız yere gitmiştik. Bu kadar çemberi kırarak geçmiş olmamız bize oldukça büyük bir moral vermişti. Çem arkadaşla bağlantı kuramıyorduk. Gevro arkadaşların da düşmanın eline geçtiğini biliyorduk. Ancak durumu tam olarak bilemiyorduk. Karakolun tam altında her tarafı düz olan bir yer vardı. Burada kalmıştık ve birkaç arkadaş üslenme yerine giderek iki teneke kavurma getirmişlerdi. Uzun süre hem açlıktan, hem de yorgunluktan bitkin düşmüştük. Bütün arkadaşlar soğuktan öksürüyordu. Ancak düşmana çok yakın olduğumuzdan, ses çıkarmamamız gerekiyordu. Çok sıkı bir alandı. İran tarafı mayınlıydı, diğer üç tarafta da TC karakolları vardı. Akşama kadar bekledik. Fark edilirsek, üstümüzdeki karakol tarafından imha edilebilirdik. Öksürürken kefiyemizi ağzımıza koyuyorduk. Akşama kadar o taşların üzerinde kaldıktan sonra ikindi vakti sınıra yakın bir yerde keşif yapmaları için keşifçilerimizi çıkartmıştık. Keşifçilerimiz düşmanın son hazırlıklarını yaptığını ve geri çekilme yapacağını söylemişlerdi. Her tarafa sis çökmüştü. Yarım saat boyunca sızma yaparak nizamiyeye yaklaşmıştık. Bu yarım saat bize yıllar gibi gelmişti. En küçük bir ses hepimizin imhası anlamına geliyordu.
Düşman bütün alanı tutmuş ve izlerimizi de görmüştü. Çok kritik bir durumdu ve beklemekten başka bir şey elimizden gelmiyordu. Birden düşmanın tepeyi bıraktığını gördük. Elli metrelik virajı geçtikten sonra biz de yola çıkarak caddeye indik. Teller yolda ayağımıza, vücudumuza batıyordu ama bunlar bize engel teşkil etmiyordu. Tel örgüyü aşarak yüz iki yüz metrelik bir mesafeyi tel örgüler arasında yürüdük. Kısa bir mesafe kalmıştı. Bir tepe vardı ve o tepeye doğru yürüyorduk. O tepeyi de aşsak diğer tarafa, yani İran sınırına geçecek ve tehlikeyi atlatmış olacaktık. Çok az bir mesafe kalmıştı ki, tankların sesini duyduk.
Rojhat arkadaş çok acele bir şekilde hareket etmemiz gerektiğini söylemişti. Yüz adımda aşmazsak hepimiz imha olacaktık. Bitkin düşmüştük... Tank sesi halen geliyordu... Tam tepeyi aşacağımız anda, bizi taramaya başlamışlardı. Ancak hiçbir topları bize isabet etmemiş ve kayıp vermeden kendimizi sınırın diğer tarafına atmıştık.
İran tarafına geçmiştik ve yakındaki bir Doğu Kürdistan köyüne ulaşmıştık. Bütün arkadaşlar bir deri bir kemik kalmışlardı. Bu esnada bağlantı kurulmuştu, Çem arkadaşın grubu da geçmiş ve yaralıları tedaviye göndermişlerdi. Bu da bize büyük bir moral vermişti. Alanda, cepheci arkadaşlar ve İhsan arkadaş bulunuyordu. Piro arkadaşın kardeşi olan Mithat arkadaşla bağlantı kurarak milislerimizin bulunduğu bir köye gittik ve orada bizim için hemen hazırlık yaptılar.
Üslenme yerimizi değiştirmek zorunda kalmıştık ve Rojhat arkadaş hemen ertesi günü o çevrede üslenme hazırlıklarına girişmişti. O kış güçlü bir eğitim görecektik. Düşman Serhat alanına yönelik bir taktik belirlemişti. Bir yere yönelim yapıyor, sonra başka bir alana yöneliyordu. Böyle olmazsa sonuç alması mümkün değildi.
Alanda genel olarak kış koşulları çok ağırdı. Biz alandan çıktıktan sonra düşman başka bir grubumuza yönelmiş ve o grubumuz da alandan ayrılmak zorunda kalmış, daha sonra o grup da bizim bulunduğumuz alana ulaşmıştı.
Toplum yaşamında birisi öldüğünde onun için ağlıyor fakat ne için ağladığımızı tam olarak bilmiyorduk. Fakat mücadele içinde, genç yaşta ölenlerin ne için öldüğünü biliyorduk. Yaşam uğruna yaşamlarını feda etmenin erdeminin simgesiydi ölümlerimiz… Ve bu yüzden ağlarken, bütün insanlık için ağladığımızı biliyorduk. Bütün bunlar büyük bir fedakârlığın sonucu gelişmişti. Eğer bu irade olmasaydı, bütün bu zorluklara dayanmak gerçekten çok zor olacaktı. Ve eğer ideolojimiz bu kadar güçlü olmasaydı, bu zorluklara bir hafta bile dayanmak mümkün değildi. Bu kadar fedakârlık ve kahramanlıkla örülü bir tarihin bugüne bıraktığı büyük değerler günden güne büyüyerek yarınlara akıyor ve hep akacak.
Sabır Sereko
- Ayrıntılar
“Sloganımız dilden dile dolaşacaksa, Silahımız elden ele ulaşacaksa, Ölüm hoş gelsin sefa gelsin… ” (Ernesto Che Guevara)
Kürtlerin tarihinde her günün mutlaka bir anlamı vardır. Katliamlarla, sorgularla, büyük kıyımlarla karşılaşmış ve bunlar karşısında büyük direnişlerle ve isyanlarla boyun eğmemiştir. Bugün de öyle bir gündür ki; Kuzey Kürdistan’da 1938’deki Ağrı isyanından sonra Kürtlerin üstü betonlanmış mezarının üstüne “hayali Kürdistan burada meftundur” yazılı deyimden 46 yıl sonra özgürlük mücadelesini başlatan PKK’nin büyük komutanı Agit (Mahsum Korkmaz) arkadaşın öncülüğünde Kürt gerçekliğinin mezar betonlarını parçalayarak, kölelik zincirlerini koparıp düşmana ilk kurşunun sıkıldığı 15 Ağustos 1984 yılının, 23. yıldönümü idi. Bugün bizim için anlamı çok yüce olan bir gündü. Halk serhıldanlarla bu günü kutlarken, gerilla ise Kuzey’de düşmana darbe vurarak eylemlerle, Güney’de ise şenliklerle kutlanıyordu. Agit yoldaşın yolunda yürüdüğümüzden ve mirasını devraldığımızdan çok ağır görevler biz gerillaya düşüyordu. Bunun bilinci ve ağırlığındaydık. Zaten bizde bir kuzey grubu olarak yoğunlaşmamızı bu ölçüde daha fazla derinleştiriyorduk. İlk adım kuzey’de başlanmıştı. Bunun içinde Kuzey’de kazanma ile bu kutsal güne sahip çıkma görevi bizim üstümüze düşüyordu. Çünkü Agit yoldaş her yönüyle bize örnek teşkil ediyordu Agit yoldaşa ve şehitlere layık olmak onların yürüdüğü yolu tamamlamakla mümkündür. 28 isyandan aldığımız öfke ve güçle kendi Halkımızın kaderini PKK hareketi belirliyor. Başkalarının eline ve insafına bırakmadan…
Gönül isterdi ki bugün Kuzey’de olup kin ve öfkelerimizi düşmana boşaltalım. Maalesef elimizde olmadan daha da beklememiz gerekiyordu. Bu kadar çok bekleyeceğimizi hiç tahmin edemiyorduk. Artık zaman daralıyor, 2–3 aylık gibi kısa bir süre kalıyordu. Ama bugün sevindirici bir haber gelmişti. Ana karargâha giden Rojhat arkadaş geldiğinde yüzü gülüyordu, moralliydi. Hiç bir gün bugün olduğu kadar mutlu gözükmemişti. Çünkü parti gidiş için onay vermişti. Zaten parti bir kez onay verse, artık kimse bizi tutamazdı. Rojhat arkadaş diğer takımın yanında kalan Yılmaz arkadaşı çağırdı. Rojhat arkadaş “sana bir müjdem var” der demez, Yılmaz arkadaş “senin söylemene gerek yok ki, zaten ben tahmin edebiliyorum” diyerek cevabı vermişti bile. Rojhat arkadaş “neyi tahmin edebiliyorsun?” diye eklemişti, Yılmaz arkadaş “ şakayı bırak” diyerek acaba yanılmış mıydı?
Rojhat arkadaş (kahkaha atarak), “neyin şakasından bahsediyorsun. Bu işin şakası makası yok. Biz gidiyoruz kendini hazırla.” Yılmaz arkadaş “ben çoktan hazırım” demişti bile. Onu kimse tutmazsa hemen çantasını sırtına alarak yürüyecektir. Rojhat arkadaş “çok iyi öyleyse arkadaşları hazırla” diyerek hafiften gülümsemişti. Yılmaz arkadaşla görüştükten sonra, Rojhat arkadaş Kahraman arkadaşla da konuştu. Rojhat arkadaş “Partinin kararına göre Amed grubundan bir grup, birde kalan Garzan grubu şimdi yola çıkacak. Bizden kalan bir grup biraz daha bekleyecek, fakat moralinizi bozmayın sizde bizden bir iki hafta sonra çıkarsınız. Amed’de buluşuruz” diyerek keyflenmişti. Kahraman arkadaş (moralsiz bir şekilde), “iyi ya her zaman biz sana moral verirdik. Bu sefer sen bize vermeye çalışıyorsun. Ne yapalım örgütümüzün kararı bize de sabretmek düşüyor, size başarılar diliyorum” diyerek sitemini belirtti.
Diğer gün sabah erkenden iki grup yola çıkmak üzere hazır hale gelmişlerdi. O sabah Kurtay arkadaşta grupları uğurlamak için gelmişti. İki bayan arkadaşla birlikte 10 kişi kalan gruptaydık. Gidecek olan gruplarla yine görüşeceğiz diyerek hep beraber vedalaştık. Bugünümüz ayrılıklarla başlamıştı. Bugüne kadar her şey partinin planladığı çerçevede gidiyordu. Bu da bizi mutlu ediyordu. Grupların sağlam geçişi o yılı kazanma ve başarı elde etme yılı olacaktı.
Arkadaşların yanımızdan ayrılmasından bu yana iki gün geçmesine rağmen alışamamış, noktadaki boşluğu dolduramamıştık. Sanki yabancılık çekiyormuşuz gibi sessizliğe bürünmüştük. Ve bunu hala aşamamıştık, çünkü daha düne kadar giden arkadaşlarla yan yana ve iç içeydik. O yüzden bu ayrılığın etkilerini atmak kolay olmuyordu. Öyle bir atmosfer ki, bütün arkadaşlarda rahatsız edici hisler oluşuyordu. Kötü bir şey olacağını sezinler gibiydik. Ama bunun nedenini de anlayamıyorduk. Yâda anlamak istemiyorduk.
Öğlen saatleriydi, havalar epeyce ısınmıştı. Gözlerinin yeşilliği açığa çıkan Dersim’li, Zaza olan Mordem arkadaş ceviz ağacının gölgesinde oturmuş, radyo dinliyordu. Bizde Serhıldan ve Xemgin arkadaş arasında oynanan satranç karşılaşmasını izliyorduk.
Mordem arkadaş elinde radyo ile bize doğru geldi. Fakat yüzü solmuştu ve durumu iyi gözükmüyordu. Kahraman arkadaş “hayırdır, radyoda ne vardı? Hiç iyi gözükmüyorsun” dedi. Mordem arkadaş “ Türkiye’nin sesi radyosu, Kela Meme’de 11 arkadaşın şahadetini açıklıyor. Sınırı geçmek isterken tespit ettiklerini belirtiyorlar” diye bilmişti. Kahraman arkadaş “sınır üstünde yani acaba geçen gruplar olabilir mi?” Mordem arkadaş “onların söylemi böyle, yalan da olabilir, zaten birçok defa yalan haber veriyorlar.” Kahraman arkadaş “doğru olma olasılığı da var, zaten grupların sayısı 10–11 civarındadır. Birde cenazelerin ellerinde olduğunu söylüyorlar, akşam televizyonu izleyip netleştirebiliriz” dedi. Ancak biz biliriz ki gerillanın çatışmalarda kayıplarının olup olmadığını çoğu zaman bilgimiz olmasa da anlarız. Çoğu kez duygularımız bize doğruları söyler. Henüz somut bilgi gelmeden olayda şahadeler varsa hüzünleniriz, yoksa çokta etkilenmeyiz. İşte, radyo da bu kez dile gelenler doğruları söyler gibiydi. İçimizi soğutan bir hava esti ve sarsılmıştık.
İçimizde olan sıkılma hali daha çok yoğunlaşmıştı. Böyle bir şey olma olasılığının güçlü olması, bizi daha çok zorluyordu. Akşama kadar ‘acaba doğru mu, değil mi?’ diye düşünerek günü bitirdik. Roj TV’yi açmış haber saatini sabırsızlıkla bekliyorduk. Haber saati gelip çattığında kalplerimiz daha hızlı atmaya başlamıştı. Ve o kötü haber onaylanmıştı. Şehit düşen arkadaşlar Roza arkadaşın sorumlu olduğu, Garzan grubuydu. Grubun hepsi ve iki kurye arkadaş şehit düşmüşlerdi. Fotoğraf ve sicilleri televizyonda veriliyordu. Daha dün yanımızda oldukları anlar gözümüzün önüne geliyor, bir türlü inanmak istemiyorduk. Çok ağır gelmişti, kimseden ses çıkmıyordu. Nefes alış verişlerimiz dahi durmuştu. Kolay değildi 11 can, 11 kahraman, 11 yoldaş şahadete ulaşmıştı. Hem de hedeflerine ulaşmadan hemen yolun başında, hep beraber çıktıkları Zap alanından, Kela Meme’de kol kola şehit düşmüşlerdi. O zamana kadar geçişlerde ciddi bir sorun yaşanmamıştı, fakat şimdi düşman bizi can evimizden vurmuştu. Hem halk hem de parti için çok ağır bir darbe olmuştu, elbette kanları yerde kalmayacaktı. Roza’nın güler yüzü; intikam yemini, Delila’nın sesi; özgürlük melodisi, Avesta’nın ısrarı; inancın kıblesi olarak bizim için mücadele gerekçesi olacak ve esas alınacaktır. Andok’un öfkesi, Erdal’ın dürüstlüğü, İsyan’ın yoldaşlığı, Amed’in fedakârlığı, Rohat’ın bağlılığı, Eşref’in kuzey aşkı, Andok ile Xwinrej’in cesareti her zaman bizim için moral ve güç kaynağı olacaktır.
Mücadele Arkadaşları
- Ayrıntılar
‘85 yılının yaz aylarında bir efsane dolaşıyordu Botan eyaletinde. Sadece dinlenilen, hayal edilen bir efsane değildi bu. Elini uzatsan dokunacağın kadar yakın, beynini ve yüreğini saracak kadar gerçekti. İçimizde, bize ait olan ama bir o kadar da uzak bir efsaneydi. Ne gökyüzünün genişliği ne de toprağın bereketi bu kadar şaşırtıcı ve gerçek değildi.
15 Ağustos eylemi öyle esmişti ki, yüreklerdeki inançsızlıklar, güvensizlikler kaybolmuştu. Çocukların oyunları değişmiş, gençlerin yüzü dağa dönmüş, yaşlıların umutları tekrardan yeşermişti. Herkesin gözü kulağı bir sese yönelmiş, yaşamları o sesten gelecek en küçük bir söze bağlanmıştı.
Son günlerde bir eylemden bahsediliyordu. Kaşura ve Haftan’in yolu üzerinde, sınır ticaretini durdurmak amacıyla kurulan karakola eylem yapılmıştı. Karakol sınırdan kaldırılmıştı. Halk bu eylemin neden yapıldığını tahmin edemiyordu. Karakol, ticareti durdurma bahanesiyle hem halka eziyet ediyor hem de tüm ekonomik geliri durduruyordu.
Bir köylü ile karşılaştım. O kadar mutlu ve gururlu görünüyordu ki “Heval Agit karakolu yerle bir etmiş. Ticaret yolunu açmış. Agit halkın durumunu iyi biliyor. Özelikle de fakirlerin...” diyordu.
Kürt halkı, devrimciliğe yeni başlamamıştı. Yıllardır birçok örgüte kucak açmış, evini barkını, varını yoğunu hatta canını bile vermişti onlara. Ama gel gör ki, devletin haksızlığına, sömürüsüne karşı hiçbir şey yapamamışlardı. Bu da yetmezmiş gibi, halkın tüm değerlerini ölçüsüzce harcamışlardı. Ahlaki ölçüleri zorlar olmuşlardı. Bütün bunlar, Kürt halkını devrimciliğe ve devrimlere karşı soğutmuş, inançsızlığı geliştirmişti. Böylesi bir durumda yapılacak olan ise içe büzülme, kendi yağında kavrulmaydı ki, 15 Ağustos’a kadar da böyle sürdü.
15 Ağustos, sözün ve eylemin birlikteliğini ispatlamış, sönmüş inanç alevlerini tekrar yakmıştı. Militanlarının oturuşu kalkışı, halkın malına inançlarına verdiği değer, halkın partiye günden güne bağlanmasını sağlamakla kalmamış, ölümüne canlarını ortaya koyma cesaretini de doğurmuştu.
Bunda öncülüğü Agit arkadaş oynuyordu. Halkın en ufak bir eşyasına sonsuz değer verir, onlardan izinsiz ne bahçelerine, ne de tarlalarına el sürerdi. Zarar verenleri ise anında uyarırdı. Sahipsiz bulduğunu sonuna kadar korur, sonra onu sahibine teslim ederdi.
Dolunay geceyi tüm parlaklığı ile aydınlatıyordu. Ağaç yaprakları arasından sızan ay ışığı pörsümüş kuru otlara vuruyordu. Rüzgar ılık ılık esiyordu. Ben ve Ferhan, Bındarine’de koyunları otlatmaya çıkarmıştık. Köyden uzaklaşır, uzaklaşmaz koyunları serbest bırakmış, bir ağacın dibinde uyumuştuk. Koyunların, tarlalara girdiğinden köylülerin yeni biçtiği otları yediğinden habersiz, rüyalar görüyorduk.
Derinden gelen bir sesle uyandım. Önce karşımda duran bu karartıyı tanıyamadım. Ama uyku sersemliğim geçince bunun, 84 yılında Partiye katılan köylümüz Resul olduğunu anladım. Çok atik bir hareketle ayağa kalktık. Bize “korkmayın, ben hevalım” dedi. Heval olduğunu duymamız ikimizin de korkmasına yetiyor da artıyordu bile. Her ne kadar halk arasında onlardan mükemmel bahsediyorlarsa da, devlet tam tersini, onların Rusya’dan geldiklerini, “dinsiz, terörist” olduklarını söylüyordu. Bu korku birazda devlet korkusuydu.
“Bir arkadaş sizi bekliyor. Sizinle konuşmak istiyor” dedi. Bizi görmek isteyenin kim olduğunu söylememişti. Bulunduğumuz yerin biraz yukarısında bir kayanın önünde durmuştu. Koyunları etrafına toplamıştı. Elinde baston vardı. Omzunda ise askeri parkesi. Ay ışığı gözbebeklerinde ışıl ışıl yanıyordu. Öyle heybetli duruyordu ki, içimize korku dolmuş, bize ne yapacağını merak ediyorduk. Tam önünde durduk.
“Hangi köydensiniz” diye sordu. Ardından da adımızı öğrenmek istedi. Cevaplarını aldıktan sonra sesini yükselterek “Köylüler sabahtan akşama kadar ot biçiyor, siz ise koyunları tarlalara bırakıyor sonrada uyuyorsunuz. Günah değil mi? Bu suç değil mi? Suç işliyorsunuz. Köylülerin emeğini boşa çıkarmamalısınız, dikkat edin” dedi. Tüylerim ürperdi. Utandım. Dizlerim titriyor ağzımı açamıyordum. Hem söylediklerinden hem de onun gür ve sert sesinden oldukça etkilenmiştim.
Kimdir? Nedir? Bu gece yarısı nereden geliyor ve nereye gidiyordu. Hiçbir şey düşünemiyordum. Kara sakalları ve çakmak çakmak yanan gözleri yüzüne daha sert bir ifade vermişti.
Sözü bittikten sonra yola koyuldu. Daha üç adım atmamıştı ki döndü. “Daha önce arkadaşlara partiye katılacağınıza söz vermişsiniz. Uygun bir zamanda gelirseniz iyi olur. Sözünüzü yerine getirmeniz gerekir. Özellikle, siz Firaz arkadaşa söz vermişsiniz” dedi ve yoluna devam etti. Gurubun en arkasında yürüyen köylümüz Resul, yanımıza yavaş yavaş gelerek, “onu tanıdınız mı?” diye sordu, “hayır kimdir?” dedik. Resul göğsünü kabartarak “Heval Agit” dedi. Eylemlerini duyduğumuz, sözünü, sevgisini masal gibi dinlediğimiz bu insanı, hiç göremeyeceğimi, benden çok uzak olduğunu düşünürdüm. Oysa şimdi, onu görme istemi ile dolup taşıyordum. Günlerce, bakışları, el hareketleri, kayanın önünde ay ışığı vurmuş saçları, elindeki bastonuyla gözümün önünde canlandı. Sesi kulağımda çınlıyordu. Ne yapacağımı bilmeden dolaştım durdum. Her gece onları görme ümidi ile dağlara çıkıyordum. Bir yandan korkuyor, bir yandan da büyük bir bağlılığın geliştiğini duyumsuyordum. Sanki bir şeylerimi kaybetmiştim. Belki de yaşamım boyunca sahip olmadığım ve olamayacağım çok değerli bir şeyi kaybetmiştim. Her yerde onu arıyordum. Beni, aradığımın ne olduğunu bilmeden sürükleyen içimdeki bu duygu, önü alınması imkansız bir çağlayan gibiydi.
O günlerde yine bir eylemden ve Agit arkadaştan bahsediyorlardı. Diyorlardı ki; “arkadaşlar caddeye pusu atmışlar. İki arkadaş asker elbiseleri giymiş. Diğer arkadaşlar ise mevzilenmişler. Araba gelince asker elbisesi giyen iki arkadaş arabayı durdurmuş. Ne yazık ki, bu iki arkadaşta da Türkçe bilmiyormuş. Türkçe bilmeyen askeri gören halk ne olduğuna anlam verememiş. Tam bu sırada Agit arkadaş, arabaya binmiş ve arabayla Çatak girişindeki denetleme kulübesine saldırı düzenlemişler” Eylemin başarısı dilden dile dolaşıyordu.
Sonbaharın ilk günlerinde, aradığımı bulma umudu ile içimdeki çağlayanın bir dalgasına kapıldım. Eylül ayı ortalarında Haftanin’e ilk parti eğitimimi almak için gönderildim. Arkadaşlar, Haftanin’in derin vadilerinden birinde üslenmişlerdi. Agit arkadaşı gördüm. Gözlerime inanamıyorum. Onu uzaktan uzun bir süre izledim. Elindeki M-16’yı sanki vücudunun bir parçası gibi tutuyordu. Çok saygılıydı. Karşısındakiyle konuşurken ona bakarak dinliyor. Ve arada bir başını sallıyordu. Yanına gittiğimde beni ve Ferhan’ı hemen tanıdı. Bizimle uzun uzun konuştu. Ona bakmaktan kendimi alıkoyamıyor, söylediklerini dinleyemiyordum. Hatırımda kalan “bakın bu gördüğünüz arkadaşlar sizin oralılar, bizim halkımızın çocuklarıdırlar. Biz, daha önce birbirimizi gördük, konuştuk. Siz bu konuşmalar üzerine Partiye katıldınız. Bize inandınız biz de size inanıyoruz. Bu nedenle mutluyuz. İnanıyoruz ki, sizde öylesinizdir”
Konuşmanın sonunda “şimdi eğitim göreceksiniz. Eğitiminiz bittiğinde, parti sizi gerillacılık yapmak istediğiniz yere gönderir” dedi.
Bu, onu ikinci ve son görüşümdü.
Benavok alanındaydık. Zagros’ların güneyinde olan bu alana Xakurke’den gelmiştik. Kalabalık bir grup Haftanin alanına geçince tüm erzaklarımızı onlara vermiş, yaklaşık iki gün erzaksız yürümüştük. Bir arkadaş telaşla;
-“Heval! Heval! diye seslendi.
-“Ne oldu?” dedim
-“Bir koyun sürüsü bu tarafa doğru geliyor” dedi
Buna oldukça sevinmiştik. “Çok iyi. Bir tane koyun isteyebiliriz” dedim.
Başka bir arkadaş;
“Onları tanımıyoruz. Karşıtlarımız olabilir” dedi.
Cevabım çoktan hazırdı.
-“Buraları tanımıyoruz ama çobanları tanıyoruz. Onlardan kötülük gelmez” dedim. Ben ve Bedri zaman kaybetmeden çobanın yanına gittik. Onunla biraz sohbet ettik. Ona iki gündür aç olduğumuzu ve ondan koyun istediğimizi söylememiştik, çoban kalktı, sürünün içinden en besili olanını seçip bize hediye etti. Başka bir şeye ihtiyacımızın olup olmadığını sormayı da unutmadı.
Yüreğimizi biraz daha büyüterek ayrıldık çobanın yanından.
Bir gün ve bir gece boyunca yürümüştük. Daha da yolumuz vardı. Yolumuz bir karpuz tarlasının içinden geçiyordu. Bu sırada, öncülerimizden biri bir karpuz kopardı. Şiyar(Kazım KULU) arkadaş bunu görmüş fakat o an uyarı yapmamıştı. Tarladan çıkıp güvenlik açısından uygun bir yere geldiğinde Şiyar arkadaş hepimizi durdurdu. “kısa bir açıklama yapmak istiyorum” dedi.
Konuşmaya başladığında kızgınlığı ses tonundan anlaşılıyordu. “halkın malına izinsiz dokunmak bize yakışmaz. Bu PKK’nin ahlakında da yoktur. Halka hizmet için dağlara çıkmışsak, onların malını izinsiz almak olmaz. Bu tarz bize ait değil. Arkadaşlar buna dikkat etsinler” dedi. Toplantı bittikten sonra yürüyüşe devam ettik. Bahçelerin içinden geçiyorduk. Hiç birimiz elimizi sebze ve meyvelere sürmedik.
Bugün bile nereye gidersem gideyim, izinsiz hiçbir şeye dokunmam.
Şemzinan yolundan geçen düşman arabasını pusuya düşürdük. Arabayı imha etmeden önce içindeki tüm eşyaları çıkardık. İhtiyacımızdan daha fazla eşya ele geçirmiştik.
Aylar önce bir çobandan aldığımız eski su bidonumuzu atıp, arabadan aldığımız yeni su bidonunu kullanmak istedik. Şiyar arkadaş müdahale etti ve tüm arkadaşları topladı. Toplantı konumuz, kullanabilecek olup da atılan su bidonu üzerineydi. Toplantımız saatlerce sürdü. Şiyar arkadaş anlattıkça anlatıyor biz ise yaptığımız bu hatanın nedenini anlamaya çalışıyorduk.
“Eğer yeni olan su bidonu olmasaydı, bu eski bidonu kullanmaya devam edecektiniz. Oysa yeni olanı bulma imkanı var diye eski fakat kullanabilecek olanı atıyorsunuz. Peki, hiç düşündünüz mü? Bu anlayış bizi nereye götürür. Ülkemizde ordumuz büyüyecek, binlerce arkadaş gelecek. Şehit düşenler olduğunda “nasıl olsa yenileri geliyor, ordumuz büyük mü diyeceğiz? Bu sözler ağır gelebilir, ama değerlerimize sahip çıkmayı öğrenmeliyiz. Eğer eskimiş ise onarılmalı. Sonuna kadar onu kullanmalıyız”
“Agitlerden aldığımız gelenekle yürüyoruz ve biz yürüdükçe zaferin yakın olduğunu görüyoruz”
Şerif Goyi
- Ayrıntılar
“Bir Türkü Tadında Yaşanan Bir Sevdadır Gerilla”
Rêber Apo
Ekim ayının ortalarındayız. Yani sonbahara bir “MERHABA” dedik. Ufak ufak yağan yağmurdan, şiddetli çakan şimşeklerden korunmak için kaldığımız noktayı bırakıp, korunaklı bir yere gelip yerleştik. Bu gece burada kalacak, sabah günün ilk ışıklarıyla buradan ayrılacağız.
Kürdistan coğrafyası, tıpkı engin bir deniz misali renkli, ahenkli. Ne ararsan var. Toprak ana kendinde olanları bizlerden hiç esirgemiyor ve her seferinde bizleri bağrına basıyor. İşte yine toprak ana’nın bağrındayız. Yağan yağmur ve çakan şimşekten korunmak için “kaya altı veya sığınak bulalım” diye etrafa dağıldık. M. arkadaşın “heval gelin bir apartman dairesi buldum” demesiyle hepimiz M. arkadaşın bulunduğu yere gittik. Bizim bu apartman nasıl bir şey bir bakalım istedik. Üst üste düşmüş büyük kayalar ve bu kayaların etrafını kapatan başka kayalar, doğal iki odacık oluşturmuştu. Hem de iki katlıydı. Bir oda aşağıda diğeri ise yukarda. Böylelikle bulduğumuz bu apartman dairesine yerleşiyoruz. Yaktığımız büyük gerilla ateşi önünde hem korunup hem de kara çaydanlıktan çay yapıp içtik. Artık yorgunluktan eser kalmamış halleriyle közlerin başında durmuş sohbete dalmış arkadaşlar. Birden Önderliğin gerilla yaşamı için bir “Türkü Tadında Yaşanan, Bir Sevdadır Gerilla” dediği sözü aklıma geliyor. Gerillacılığın ve PKK yoldaşlığının güzel, anlamlı, dolu dolu oluşu canlandı bir bir hayalimde. Bir gerillanın kalbinde ne çok duygu bir arada yaşarmış meğer!
Gecenin karanlığında sırtında çanta, raxt ve silahla saatlerce yürümek, düşmanın çok ışıklı termalli karakollarını aşarken kanın kaynar. Ellerin tetiğe dokunmak ister, ama önündeki görevi düşünür, süreci düşünürsün. Noktada seni bekleyen yoldaşları düşünür yapamazsın. Hele hele yağmur yağmış ise bambaşkadır yürüyüş. Düşe kalka ilerler, yağmurda ıslanırsın. Çamurlu dağ patikalarında ilerlersin. Yorulduğunda yanındaki yoldaşın “heval kâh inek barê xwe bide min” der mütevazice. Fedakârlık yapmak ister. Sen yoldaşının zaten ağır olan yükünü görür, yükünü vermezsin, ama yoldaşının bu yaklaşımından moral alırsın. Güç almışçasına devam edersin. Yorgun ve ağır tepeden tırnağa ıslanmış bir halde sabahın ilk ışıklarıyla noktaya vardığında ise, kaç gündür görmediğin yoldaşlarınla özlemle bir araya gelirsin. Genç arkadaşlar moralle, coşkuyla, cıvıl cıvıl bir kalabalık yaparak seni karşılar. Kimi gelip yükünü alır, kimi geleceğini hesap ederek çoktan yakmıştır gerilla ateşini ve kara çaydanlıktan çay demlemiştir bile. Emekle sevgiyle kaynatılmış olan sıcak çaydan bir bardak içtiğinde bütün yorgunluğun uçup gider. Artık o görevdeki yorgunluk, düşmeler, kalkmalar, birer espri olur anlatılır güler güldürürsün. “İşte PKK yoldaşlığı işte gerillacılık budur” dersin.
Eğer göreve giden sen değil başka bir yoldaşın ise, onu hazırlar gönderirsin. Bu defa tekrar “ne zaman dönecek?” der beklersin hazırlık yapar, geldiklerinde sen onları karşılarsın. Ya da gündemde yapılacak bir eylem varsa, herkesi tatlı bir telaş sarar. “Acaba kim bu eylemde yer alacak?” diyerek herkes hareketlenir. Büyük bir sabırsızlıkla yönetimin yapacağı açıklama beklenir. Eyleme katılacaklar açıklandığında herkes kendini saldırı kolu için önerir. Eyleme gidecekler büyük bir coşkuyla hazırlıklarını yapar. Eyleme gidemeyenler ise biraz buruk olsa da yansıtmadan eyleme gidecek arkadaşlarının hazırlıklarına yardım ederler. Her kol komutanı kendi kolundaki arkadaşları toplayıp eylemin ayrıntılarını aktarır, olası durumlar karşısında olması gerekenler söylenir. Son perspektifler verilir, silahlar temizlenir, raxt özenle hazırlanır, raxta her arkadaş bombasını da takar ve kalan arkadaşlarla vedalaşılır, “Serkeftin be heval” sözleriyle ayrılık başlar. Gecenin karanlığında yankılanan gerilla mermilerinin sesi duyulur.
Gerilla mermileri önce karakolda panik, telaş ve müthiş bir korku yaratır. “Anneciğim!” diyerek bağrışan askerlerin seslerini duyarsın. Biraz sonra deliye dönen düşman bütün tekniğini kullanmaya başlar. Kendini ancak böyle korur. Biraz sonra geri çekilme yapılır. Gözler tek tek gelen arkadaşları arar. Her geri dönen arkadaş büyük moral ve coşku yaratır. Şayet şahadet varsa kalanların beyninde ve kalbinde intikam sözleri verilir. Artık şehitlere söz verilmiştir.
Deniz Adıyaman
- Ayrıntılar
Nuda-Nazan Bayram Yoldaşın Anısına
Nalin Dilpak
Bütün masallar” bir varmış bir yokmuş “ile başlar nedeni bizce bilinmeyen” bir varmış bir yokmuş “ve her kahraman var olanla masala kahraman olurmuş. Lakin bizim bildiğimiz tanıdığımız kahraman masal yaratıcısıdır” bir varmış bir yokmuş” kuralına göre işlememiş yaşam öyküsü, varmış, var olmakla yaratmış. Güneşin en sade kızıymış, öyle sıkı sarılmış ki güneşe, ışınlar yüzünde şavkımış, bir tutam öz serpmiş yüreğine. Onu en güzel tanıma kavuşturan güneşin kendisiymiş. Öyle kendisini bulmuş öyle kendisi olmuş… Yaşamı boyunca güneşten aldığı tılsımla yaşamış…
İşte böyle anlarda, keşkelere sarılır insan. Keşke anlatmam kolay olsa kahramanları masallarıyla beraber… Keşke ifadeler anlatabilse onun yüreğini, nakış nakış işlediği sevdasıyla birlikte… Keşke 29dan fazla olsa harfler, sözler, cümleler sınırsız… Seni anlatan bir şeyler olmalı, seni sen yapan bir ifade…
Zağros eteklerinde yeşeren, yaşam bulan bir kardeleni anlatmaya çalışacağız. Botan’da sonsuzlaşan bir türküyü dinleyenceyiz bütün zamanlarda sormak gerek NUDA’yı ifadeye kavuşturan var mı diye? Yada NUDA’yı en iyi anlatan NUDA'nın kendisi değil miydi diye? O gizil olmak, sır olmaktı ama en önde sarılmaktı mücadeleye, silaha susmak ama çığlık olmaktı O… en zorda olmak, en zoru başarmaktı onun adı. Kolayı sevmedi, yaparken, çalışırken, göstermezdi kendini, yaratıma seyirdeyken her kes, O güneşe Secdedeydi. İçinde bir fırtına taşırdı da, her susayan onun dingin gölünden avuçlardı suyu… Her kesin içinde arınabileceği kader temiz bir gölü vardı gönlünde. Diyaloglarında sade özünü içerdi insanlar. Duru, berrak bir yüreğin yansımasıydı dürüst bakan gözleri her şeyden önce bir Önderlik yaratımıydı NUDA. Ve geçeğe sadık kalmaya bildi her koşulda ilkeliydi, Beritan'ın en iyi örencilerindendi Beritan’la yaşamayı ve Beritan’ı yaşatmayı titizlikle başardı Beritan'ın yoldaşlık gülüydü kokusu herdem güzel olan. BERİTAN arkadaşla ilk tanıştığı yerler Zağros etekleri ilk özgürlük yuvası, ilk kadın ordulaşmasının tomurcuk olan yıllarıydı ve tomurcuğun açılması için bedel istenen zamanlar da kan renginde gül olsun diye tomurcuk, kızıl kan dökülen mekânlarda. Tanrıçaların sesinin derinlerden geldiği dağlarda. Duymayı bilenin duyduğu çağlarda duydu o sesi NUDA HEM DE BERİTANLA . Dünyayı erkek orduları sarmışken, kuşatmadayken bütün kadın duyguları, onlar adalet arayışındaydı… Ordu onlara yuvaydı orduları yok etmenin ordusu olmaktı tutkulu olan. Tezattır ilk bakışta ama gerçeğe ulaşmanın kaçınılmaz gerçeği işte. Kim inkâr edebilir NUDA'nın yüreğini kim unuta bilir çiçeklere sevgisini. Kim görmezden gele bilir hassaslıkla örülmüş şefkat ve sevgisini. Ve kim görmedi ki silahına sıkı sarılışını, kim tanık değil ki savaşın ortasında özgürlük tililisine. İşte böyle, ifadesi kendisinde saklı olan… Yüksek dağlar sanki onun için yaratılmıştı, orda koruyacaktı kadının güzel özünü. Orda mevzi alacak, orda selamlayacaktı Bese ve Zarife’yi. Bütün direnişçiler ve direniş mekânları zılgıta dönüşüyordu, çığlığa dönüşüyordu NUDA'nın ruhunda. Özgürlük ordusu, güzellik ordusu, aşk ordusu demişti dağdaki kadınlara güneş… Özgülüğün gizli bahçesinde nadide bir çiçekti Nuda, güneşten alırdı ısısını, karları, buzları yarardı, Beritan kokan zamanlarda. Karı delen, kardelen olurdu, doğa ile sadık olunan anlarda. Isıttıkça onu güneş toprağı yarardı, karları yarardı. Ki onlar güneşle beraber eşelerdi toprağı, tanrıça mezarı bulma arayışındaydı onlar. Ki güneş en sadık evlattır tanrıçaya, en helal süt emen evlat. Tanrıçaların eski mekânlarında iz sürüyorlardı, doğru yerdeydiler, Zağros eteklerinde… Tırnaklarıyla eşeliyordu toprağı NUDA, sahte gülmelere inat bir tanrıça gülüşü arıyordu beklide, yeryüzünde zalim bakan tanrıların gözüne inat, bir tanrıça gözü arıyordu, özü olan bir bakış… Ordulaşan bir arayış, bir bulma biçimi. Arayanların asla unutulamayacağı bulma. Adı NUDA, adı Beritan, adı Zelal, adı Azime olan. Hepsinin yüzünde ayni işaret, aynı olgun soyluluk. Sorxwin in kine benzeyen çocuksu gülüş, Gülbaharda ki keskin asil bakış. Peki, insan tanrıçayı arayınca benzer mİ tanrıçaya? Ona benzemek için onu bulmak gerekmez mi? En iyi bilinen ama hep bir bilinmezlik gibi duran bir soru dur bizde. Bulduğun anda bilinmez olan, sadece yaşana bilir bir gerçek olan… Gerilla yaşamına aşık olan bilir bunu, NUDA gibi arayan bulur bunu.
Böyle işte bitmeyen bir arayış; Zağros’ta kendini bulan, kadın ordusunun bahçesinde özünü güneşten alan güzel bir çiçek… Anlatmak kolay olmasa gerek bütün yaşadıklarını. Gerçeği ile beraber, acısıyla beraber ve güzelliğiyle beraber… Dedik ya en zorda açardı çiçeği. Mücadele yılları için dede en zor görevi üstlenmekten kaçmazdı, Önderliğin yanına gittikten sonra örenmişti sade ve keskin olmayı. Bundandır önderlik demişti “bu kızda bir öz var açığa çıkması gereken” Avrupa’ya düzenlemişti onu Önderlik, dağlı özün kentlerde kirlenmeyeceğine inanarak. Öylede oldu kirlenmedi NUDA. Tekrar dağlarla buluşunca en yüksek yerleri mekân bildi, zirvelerde seyir etti özgürlük dalgalarını… Yüreğinde bilediği tüm kılıçlar saklıydı kınında. Daha keskin savaşlara hazırdı artık. Daha zoruna, daha katmerlisine. Öyle ki PKK, nin yeni inşa komitesi gibi ideolojik bir çalışmaya katıldı ve söylemenin ötesinde bir yapma kahramanıydı PKK'yi yeniye kavuşturmanın ve yeniden önderlikle buluşturmanın savaşçısıydı. Burada sevdi viyanı, burada yoldaş oldu Viyan’a. ayni çalışmanın, aynı emeğin yolcusuydu onlar. Yoldaki dikenleri ellerini kanatırcasına kaldırdı onlar. Viyanla yoldaşlığı saflık deryasıydı. Kayıp olan her kesin yüzünü göre bileceği bir derya. Sınırları aşan, bentleri kıran bir deryayıydı onlar. Ne geri erkek nede geri kadının yüze bileceği bir derya. Özgürlüğün en derin noktasıydı yürekleri, yüzmenin özgürlükle eş olduğu bir sonsuzluk yürekleri. Viyanın şahadetinden sonra onu da aldı yanına yüreğindeki bahçeye yeni bir çiçek ekiyordu Beritan’ın yanına. Sorxwin'in yanına.
Gitmeliydi Önderliğe bağlı olanların yüzünü döndüğü mekâna, kuzeye. Sorxwin’in yaşadığı yere, Viyan’ın hayallerinin dolaştığı yere gitmeliydi ateşin korlaştığı yere, savaşına yeni savaşlar eklemeliydi. Tasfiyeciliği utanca boğmalıydı sade yoldaşlığıyla, korkaklığı unutturmalıydı cesur kadın yüreğiyle. Masumiyetin ortasında bir çift keskin bakıştı NUDA.
Komutandı bütün mütevaziliyle, emeğiyle, insana sevgisiyle… Yapmanın öretme biçimlerini sanat bilirdi, kırmadan yaratan, bozmadan yapan bir öz taşırdı yüreğinde… İnsanı kayıp etmeden kazanmak için yaratılmıştı sanki elleri. Nakış gibi işlerdi insanı onca nazik onca hassastı işte. Çaba ve çalışma insanıydı NUDA. Öyle çıkarsız, öyle dolambaçsız bir ifadeydi, anacıl ve kadınca olan
Önderliğin ”yarım kalmış projem “dediği kadın özgürlük çizgisine, mücadelesine, bağlılığı yaşam veriyordu yarına ve bu güne. Bu çizgiye zarar vermeme yeminlisiydi adeta. Kadın demek tarihi bir ezgi demekti onun için, incinmemeli yara almamalıydı tekrardan… Tarih utanmalıydı, erkek orduları azap duymalıydı… Ve NUDA'nın başı dik olmalıydı Önderlik karşısında. Gururla bakmalıydı geçek aynaya, önderlik yaratımı olan kendisine, kadın ordusuna. Utanma barınmamalıydı onun bakışında. Sevgi derin olmalıydı onun komutasında. Ve Botan'da destanlaşmalıydı savaşımı, Hezil akıtmalıydı onu Kürdistan’a ve…
Önderliğinde dediği gibi “canından vaaz geçenler ordu yapamaz, moralsiz heyecansız olanlar kadın ordulaşmasında ne komutanlaşır ne de özgürlük savaşçılığı yapa bilir. Yaşamdan vaaz geçenler örgütçü olamazlar “O vazgeçmedi yaşamdan, canından. Canını en güzel yaşam soyluluğuna adadı. Çizgiye toz kondurmayan yiğit bir kadındı, mücadeleye iddiaya, inanca tutku düzeyinde bağlıydı. Gerçek PKK'li, özgürlük çığlığıydı kadın renginde. Kendini örgütleyerek etrafını örgütleyen güzel duygu insanı. Ciddi yaşadı, büyük çaba sahibiydi yoldaşlık için, sevmeye değer olan her kesin yoldaşıydı.
İdeolojik bir ilke olarak doğduğu topraklarda yaşadı, özgürce yaşamak için her türlü fedakârlık ve mücadeleyi verdi bu gerçeğe öncülük yaptı. Evet, doğduğu topraklarda yaşadı. Zagros'ta duydu ana tanrıçanın sesini. Cudi de bir tutam yaşamda o sundu NUH, un avuçlarına. Binlerce şehidin sesini dinledi O topraklardan. Son nefesini verirken bile İnançlı olanlar duya bilir ancak bu sesleri. Botan kadın azmini bilene anlatır kendini… Ve son durak Besta, Hezil… Bütün zorluklardan damıtılan bir yudum su olmak var Besta da, yeşilinde sonsuzlaşan bir yaşam Bütün ölümleri dize getiren bir savaşım öyküsü. Sen bir akışsın Hezil'de bir gün bize tekrardan döneceksin dürüst olmayı savaşmayı öreteceksin. Akış böyledir, terk etmez tümden. Her kurak toprağa uğrar, can verir oraya , sen böyle atmadın mı Zagros'tan Botan'a. Böyle fısıldamadı mı tanrıça senin kulağına ??...
Biz iki defa duyduk şahadet haberini her ikisin dede inanmadık, inanamadık, inanmıyoruz. Çünkü biliyoruz ki inançlı bir yürek, bir ülke eder, bütün doğaya can veren bir ırmak eder… Tarihe akışsın sen, güne ve güneşe can yoldaş, geleceğe özgürlük çağrısı…
Seni unutmak ihanetle eş anlamlı olacak. Anına bağlı kalmak ise onurumuz…
- Ayrıntılar