Kürt sorununun çözümünde şiddetin yöntem olmaktan çıkması, inkâr ve baskı politikalarının sınırlı da olsa aşılması, demokrasi seçeneğinin özüne uygun biçimde açık tutulmasına yakından bağlıdır. Dil ve kültür üzerindeki eğitim ve yayın yasağı terörün en aşırı biçimi olduğu gibi, karşı şiddete de sürekli davetiye çıkarmaktadır. PKK’ de şiddetin oldukça kontrolsüz ve meşru savunma anlayışını çok aşan kullanımı olmuştur. Günümüzün birçok hareketinde daha aşırı biçimlere başvurulduğu iyi bilinmektedir. Buna karşılık tek taraflı ateşkes ve ağırlıklı olarak sınırlar dışında meşru savunma pozisyonunda kalma, “terörizm” suçlamasını geçersiz kılmaktadır. Yapılması gereken, diyalog sürecine ve demokratik birliğe açık kapı bırakan yaklaşımları devreye sokup, tümüyle silahın bırakılmasını sağlamaktır. PKK’nın mevcut konumunun bu kapsamda değerlendirilmesi, ileride telafisi güç gelişmeleri önlemek açısından da önemli bir fırsat sunmakta ve değerlendirmeyi gerektirmektedir. PKK’nın Türkiye somutunda yasal demokratik dönüşümüne açık kapı bırakılması, tümüyle yasaklama ve tasfiye sürecine sokma yöntemine göre daha gerçekçi ve uygulama şansı olan politik çözümün doğru yoludur.
Sınıfların ve her türden toplumsal olguların ortadan kaldırılması veya dönüştürülmesi zorla değil, ancak teknik ve bilimsel seviyenin değişmesiyle mümkündür. Zorla toplumsal olgu yaratılmayacağı gibi, ortadan da kaldırılamaz. Dönüştürülmede de belirleyici olan zor değil, bilimsel-teknik temeldir. Belki bazı sınıfsal ve toplumsal olgular fiziki olarak ortadan kaldırılabilir veya oluşturulabilir. Ama zora dayalı oldukları için, bunlar başka zorlar karşısında ortadan kaldırılmaktan kurtulamazlar. Zorun temelin-de cehalet belirleyici rol oynar. Pratik ve bilim cehaleti aştıkça, zorun anlamsızlığı daha da iyi ortaya çıkar. İnsanlık tarihinde zor, büyük oranda bilim ve pratiğin gelişmeyişinin bir ürünüdür. Zorun yeni doğmakta olan bir toplumun ebesi olduğuna ilişkin teori doğru anlaşılmak durumundadır. Bir annenin doğum sancısında ebenin görevi, daha az sancılı ve sağlıklı bir doğuma yardımcı olmaktır. Ama tarihte uygulanan zorların niteliği, daha çok doğmuş sağlıklı çocukları, yani insanları daha da küçültmeyi, özgür gelişiminden yoksun bırakmayı, hatta sürü kimliğine koymayı, kimi zaman da yok etmeyi belirleyen bir karakter taşımaktadır. Ebelikle ilişkisi fazla yoktur, daha çok cellâtlık ve tutsak kılmayla ilişkisi vardır. Tarihte zorun çok abartılı ve amansız kullanışı, toplumun doğal evrimini aşmakta ve onu zorlamaktadır. Teknik gerilik ve bilimin gelişmeyişi, bunun en temel nedenlerindendir. Sınıflı toplum uygarlığının emrindeki zor, başta devlet, ancak bu temel aşıldığında anlamını yitirir.
Bu tarihi dönem bir gerçek olmuştur. Dolayısıyla toplumun karşı-devrimci, gerici ve tutucu zorla devrimci zora dayalı dönüşüm ve yok etme teorileri anlamlı olmaktan çıkmışlardır. Çağdaş demokrasi toplumun doğal evrime uygun dönüşümünü esas almakta; bunun bilimsel-teknik temelinin güçlü bir biçimde var olduğunun bilincine dayanmaktadır. Bundan, demokrasi devrimci ve karşı-devrimci zorun bir uzlaşmasıdır gibi bir sonuç çıkarılamaz. Bu tür yaklaşımlar kesinlikle yanlıştır. Demokrasinin özünde zorla uzlaşma yoktur. Tersine demokrasi zorun toplumsal gündemden çıkmasını esas almaktadır. Bunun boyun eğmecilikle de ilgisi yok-tur. Tersine en doğru özgürlükçü gelişmenin zorun geçerli olmadığı ortamlarda gelişeceğine inanılmaktadır. Çağdaş demokrasi bu yönüyle zora dayalı her tür uygarlıksal varlığın özeleştirisini de gerektirmektedir. Demokrasi köklü bir özeleştiri rejimidir. Zor karşısında tavır taktiksel, hatta stratejik değil, ilkeseldir. Demokrasinin en temel ilkesi, zoru dışlayan bir tarihsel dönemin varlığına inanma, bilim ve tekniğin gücüyle buna ulaşmadır. Bu ilke derin bir felsefi temeli ifade etmektedir. Siyasi ve yönetsel strateji ve taktikleri esas almamakta, bunları daha çok pratiğin gerekleri biçiminde değerlendirmektedir. Zora yönelik bu yaklaşım, çağdaş demokrasinin barışçıl karakterini öne çıkarmaktadır. Toplumsal barış doğal gelişmenin biçimi olarak kavranmakta, buna inanılmaktadır. Barışın zora boyun eğme olarak anlaşılmaması gerekir, tersine zorun devreden çıkarılması gibi bir anlamı vardır. Savaşsız bir toplum ve uygarlık dünyasına inanmakta, bunu esas almaktadır.
Meşru savunma, çağdaş demokrasinin diğer önemli bir ilkesidir. Çağdaş demokrasi ilişkilerinin olmadığı veya demokrasinin saldırıya uğradığı toplumlarda, meşru savunma temelinde varlığını savunmak bir haktır, hem de en temel anayasal bir haktır. Demokratik olmayan yasalara ve rejimlere boyun eğmek, demokratik bir tutum olamaz. Bu yaklaşım, karşı saldırıyla antidemokratik güçleri yok etmeyi içermez. Daha çok toplumun genel bilinçlilik, örgütlülük ve gösteri hakkını süreklileştirip haksızlığı aşmayı öngörür. Uygulanan direnme kutsal savunma hakkına girmekte ve hukukun da özünü teşkil etmektedir. Meşru savunma, silahlı olma da dâhil, kaynağını çağdaş demokratik ilkelerden alır. Bunu aşan her eylem meşru savunma kapsamına giremez.
Sınıflı topluma dayalı uygarlık tarihinin aldığı en son biçim kapitalist uygarlık çağıdır. Bu çağın çöküş döneminde ortaya çıkan en önemli olgu, gerçekleşen büyük bilimsel-teknik devrimlerin meşru savunma koşulları dışında toplumların dönüşümünde zorun rolünü geçersiz kılmasıdır. Kaldı ki, tarihte egemen ve sömürücü politikaların hizmetinde zor büyük oranda tahribat ve yıkım dışında bir anlama sahip olmamıştır. Mülkiyetin hırsızlık karakterinin verdiği korkuyla yönetici kesimi en büyük güvence olarak zoru görmüş, onu kutsamış ve abartılı kahramanlık öyküleriyle sürekli yüceltme gereği duymuştur. Hatta ilk mitolojilerde zor nedir bilmeyen tanrılar, sınıflı toplumun gelişimiyle, özellikle feodal çağda en çok cezalandıran ve kahreden sıfatlar yüklenmişlerdir.
Zorun rolü toplumsal dönüşümlerde sanıldığından daha azdır. Toplumsal süreçlerin niteliksel sıçrama dönemlerinde, tutucu engelleri aşmak açısından, zor bir dönüşüm rolü oynamaktadır. Bu tür zor eylemleri kısa süreli ve niteliksel bir sıçrama gerçekleştirirken, sonra aşılmak durumundadır. Hâlbuki tarih boyunca uygulanan ve süreklilik kazanan zorun büyük kısmı fetih, işgal, talan ve benzeri eylemlerle haksızlık içermekte, tahribat ve yıkıma yol açmaktadır. Bunu örtbas etmek için, bu tür eylemlerin tanrının emri gereği olduğu söylenmekte; ölünürse şehit, kalınırsa gazi gibi sıfatlarla kutsanmakta, bu da yetmedi mi ganimetten büyük paylar verilerek mükâfatlandırılmakta, aslında böylece lanetli bir tarih yazılmaktadır. Bu anlamıyla yazılanların tarihi en lanetli tarih olarak değerlendirilirken, mazlumları da insanlığın gerçek vicdanı ve emek kahramanları olarak yüceltmek, doğru bir tarih yazmak anlamına gelmektedir. İlerici sistemlerin savunulması ve yayılması da gerçek özüne sadık olma koşullarıyla aynı yüceliğe sahiptir.
Uygarlık tarihinin zor çözümlemeleri doğru yapılmaktan uzaktır. Tarihe damgasını vuran şey, egemen ve sömürü sınıfın yüceltilmesini ve yönetici konuma gelmesini ifade eden mitolojik, dini ve felsefi görüşlerin ağır etkisidir. Tarih bu görüşlerin etkisiyle çok haksız, rolün gerçek sahiplerini tersyüz gösteren, gerçekten tarih olabilecek olguları göz ardı eden en tehlikeli kurgusal edebi metinler olmaktan öteye bir anlam ifade edemez durumdadır. Öncelikle bu tür tarihin tarihini doğru yazmak gerekir. Ancak bu görev başarıyla yerine getirilirse, daha çözümleyici bir tarih yazma şansı doğar. Belki de tarihte en büyük haksızlık, tarihin bu tür yazımına dayalı olarak yapılmıştır. Daha da olumsuz olanı, bu tarihi esas alan, bundan etkilenen ve adına tarihi kişilikler ve kurumlar denen olguların yaptıkları eylemlerin zincirleme hazsız akışıdır. Yanlış yazılan tarih hep yanlış yaptırır. Doğru pratiğin bir koşulu da bu nedenle ve öncelikle doğru bir tarih anlayışıdır. Doğru bir tarih anlayışı ise, uygarlığın doğru çözümlenmesinin başlangıç adımıdır.
Bu savunmayla yapmaya çalıştığımız da, en amansız bir süreçte doğru bir tarih ve uygarlık çözümüne taslak düzeyinde de olsa bir katkıda bulunmaktır. Ortada büyük haksızlık, komplo olduğunda ilk yapılması gereken iş, haksızlıkların tarihsel ve uygarlıksal temelini açıklığa kavuşturmak ve tarih yaptıklarını sananların alçak komplocular olarak çirkin maskelerini düşürmektir. Batının ve Doğunun tüm önemli merkezlerinden komplo tarzı yaklaşım sahiplerini, arkalarındaki dünya görüşlerini ve sefil yaşamlarını orta koymak, insanlığın büyük savunması anlamına gelmektedir.
En son olarak kapitalist uygarlık çağının yaşadığı süreç birçok değerlendirmeye konu olmuştur. Muhafazakâr tarih bakış açısına sahip olanlar, yaşanılan dönemi “tarihin sonu” olarak değerlendirirken, devrimci yaklaşımla bakanlar “sosyalizm çağı” olarak değerlendirmek istemişlerdir. Bu yaklaşımların arkasındaki felsefe birincisi için durgun bir idealizm olurken, ikincisi için kaba materyalizm olmaktadır. Bunlar yaşanılan çağın tüm karmaşıklığını görmekten ve çözümlemekten uzaktır. Post modern uygarlık yaklaşımları da fazlasıyla pragmatik ve günübirlik yaşama gömülmüş sistemsiz görüşlerdir.
Süreci derinliğine belirleyenin bilimsel-teknik devrimler olduğu doğru bir yaklaşımdır. Tüm toplumsal sistemlerin dönüşümünü belirleyen gelişmelerin maddi temeli, varılan teknik düzeydir. Fakat bu kendi başına tekniğin dönüştüreceği anlamına gelmez. Burada devreye girmesi gereken şey, ideolojik kimlik sürecidir. Eski düzenin aşılması ve yeninin uç göstermesi, ideolojik doğuş olmadan asla gerçekleşemez. Bunu şuna benzetebiliriz: Tarla olmadan tohum yeşermez. Açılan yeni tarlayı tekniğe benzetirsek, tohum da ideolojik kimliği çağrıştırmaktadır.
Kapitalist çağın ideolojik kimliği MS 15. ve 16. yüzyıllardaki Rönesans’la şekillenmiştir. Yeterince işlendiği için tekrarlamayacağız. 17. 18. ve 19. yüzyıllarda en büyük gelişmesini, kurumlaşmasını ve yayılmasını sağlamış ve tamamlanmıştır. Bu konular da ana hatlarıyla gösterildi. 20. yüzyıl ise, bunalım ve bunalımdan çıkış için yeniden paylaşım savaşları ile karakterize edilmektedir. İki dünya savaşı ve çok sayıda bölgesel savaşlarla sistemin aynen, klasik yöntemlerle kendini sürdüremeyeceği kanıtlanmıştır. Eski tarz emek sömürüsü, klasik ve yeni sömürgecilik uygulamaları kendilerini aşılmaktan kurtaramamışlardır. Ama bu durumlar yeni bir uygarlığın, hele bir dönemler yaygınca iddia edildiği gibi sosyalist çağın başladığı ve kurulduğu anlamına gelmemekte; daha çok üretimin, paylaşımın ve yönetimlerin dönüşüm geçirmesi an-lamını taşımaktadır. Bu gerçeklik daha çok 20. yüzyılın sonlarında netlik kazanıp, çağdaş demokratik uygarlık olarak tanımlanmak-tadır.
Çağdaş demokratik süreçte kapitalist sistem ortadan kalkmış olmamakta, ama daha önceki sınırsız egemenlik çağını geride bırakmış olmaktadır. Egemenliği, sömürüsü ve yaşam tarzı ileri düzeyde bir sınırlandırmaya tabi tutulmaktadır. Çağdaş demokratik kriterlerin kendileri kapitalizmin dizginlenmesi, zapturapt altına alınmasıdır; istediği gibi sömürme ve yönetme gücünü emekçilerle ve halklarla paylaşmaya zorlanmasıdır.
Şüphesiz bunda emekçilerin ve halkların mücadelesi belirleyici rol oynamakla birlikte, bu ancak teknik gelişmenin çok ileri boyutlara varmasıyla mümkün olabilmiştir. Tarih boyunca emekçiler ve halklar çok büyük mücadeleler verdiler. Ama iktidarların ve sömürünün en aşırı düzeyde uygulanmasını önleyemediler. Bunda en önemli etken yenilgileri değildir. Daha çok teknik düzeyin kendi lehlerine bir paylaşıma ve katılıma imkân vermemesidir. Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısındaki büyük bilimsel-teknik devrimler, artı-değer ve siyasi iktidar üzerinde bir yeniden paylaşıma ve katılıma imkan tanıyacak bir düzeye gelince, sömürü ve iktidarın sınırlandırmasının objektif koşulları güçlü bir biçimde doğmuş bulunmaktadır. Çağdaş demokrasi, bu objektif koşullardan sonradır ki büyük atılım göstermektedir. Hem ideolojik kimlik olarak, hem siyaset kurumlaşması olarak kendisini sistematize etmesi bu objektif koşullarla yakından bağlantılıdır.
O halde çağdaş demokrasi, başka bir açıdan, kapitalist uygarlık sisteminin tüm sömürü ve yönetme mekanizma ve kurumlarının emekçiler ve halk grupları tarafından yeniden paylaşıma ve katılıma elverecek tarzda düzenlenmesi ve yönetilmesi anlamına gelmektedir. Bu sistemde ne eskiden olduğu gibi kapitalizmin tek taraflı sömürüsü ve iktidarı belirlemesi, ne de emekçilerin ve halkların kapitalist sistemi tümüyle ve zorla devirip kendi sis-temlerini devrimci tarzda kurmaları söz konusudur. Tersine iki taraf da kendi katı ve tek taraflı ütopya ve çıkarlarını sınırlandırmayı kabul etmektedir. Barış içinde demokratik hukuk devle-tinin kurallarına göre bir yaşam tarzı esas alınmaktadır. Tekniğin yol açtığı verim, artı-değer ve diğer tüm alanlardaki değer üre-timleri, demokratik siyaset mekanizmaları kullanılarak yeniden paylaşıma tabi tutulmaktadır. Bunun için her kesime siyasi iktidara katılım hakkı tanınmaktadır. Kimi zaman zorlama ve sertleşmeler olsa da, bu sistem üzerinde uzlaşmak, kavga içinde yitip tükenmeye tercih edilmektedir. Daha doğrusu, bu da yine tekniğin belirlediği, insanlığı toptan yok edebilecek kadar gelişmiş silah teknolojilerine dayalı saldırı ve fetih savaşlarının herkese kaybettirmesinin kaçınılmazlığından ileri gelmektedir.
Böylesi bir objektif temel kazanan süreç içinde, kapitalizmin klasik biçimini dayatamayacağı açıktır. Hem teknik, hem de emekçilerin ve halkların mücadeleyle kazanılmış özgürlük düzeyleri buna izin vermeyecek bilinç ve örgütlülük düzeyine ulaşmıştır. Keyfi bir tercihin değil, koşulların belirlediği yeni bir dönem söz konusudur. Bu gerçekliğe, kapitalizmin demokratik dönüşüme razı olması da denilebilir. Kapitalizm kanlı maceralarla kazanıp yok olmaktansa, evrimci bir süreç içinde kazanma ve gerektiği kadar paylaşabilmeyi sistemin gereği saymaktadır. Bunlarla ne klasik kapitalizmin eski günlerine dönmesi söz konusudur, ne de devrimlerle yok olması geçerlidir.
Süreç içerisinde yavaş yavaş ve yeni uygarlık şekillenmeleri geliştikçe erimesi olanaklı görülmekte, tipik bir dönüşümün varlığına inanılmaktadır. Bunun da temeli yine bilimsel ve teknik geliş-melerde görülmektedir. Çağdaş demokrasinin 20. yüzyılın sonlarında bu kadar etkili olmasının temelinde de yine bu sürece en gerçekçi cevabı vermesi vardır. Bilişim ve iletişim teknolojisinin topluma kazandırdığı muazzam bilinçlenme olanağı, sivil toplumun üçüncü büyük alan olarak kazandığı güç ve siyasetle devletin demokratik kanallara açık olma zorunlulukları, tek başına bir sınıf-sal egemenliğe imkan vermeyecek karmaşıklıkta ve güçtedir. Demokratikleşen toplum ak veya kara ikilemini kaldıramayacak kadar çok renkliliktedir. Çok sayıda teknik mesleki kuruluş olmadan, sadece siyasi yönetimle toplum işleri bir gün bile yönetilemeyecek durumdadır. Daha da temel olanı, özgürleşen bireyi klasik otoriter ve totaliter anlayışla yönetmenin teknik nedenlerle imkansız hale gelmesidir.
Sonuç olarak, kapitalist uygarlık çağdaş demokratik ölçüler içinde kendini yeniden tanımlamakta, ideolojik kimlik kazanmaya çalışmakta ve tüm ekonomik, sosyal ve siyasal kurumlaşmalarda ilgili toplumsal kesimlerle uzlaşmaya dayalı bir yönetim ve yaşam tarzını kabul etmektedir. Bu durum sınırsız sömürü ve egemenlik çağlarının geride kaldığını kanıtlarken, yeni uygarlıksal gelişmelerin de tarihin gündemine girdiğini göstermektedir. Şüphesiz yeni uygarlık olguları ve ilişkilerinin belirlenmesinde, bilimsel-teknik gelişim objektif koşulların temelini teşkil etmektedir. Bu zemine dayalı yaratıcı ideolojik kimlik oluşumları, çağın temel bunalımlarının karakterini aştırabilecek kurumsal olgular serpilip boy verecektir.
Demokratik uygarlığın mekansal boyutları taze başlangıçlar halindedir. Fakat denilebilir ki, ilk defa coğrafi koşulların zorladığı bir uygarlık aşaması geride kalmış bir durumdur. Bu gerçeklik, yeni uygarlıksal gelişmenin belli bir coğrafi koşulu zorunlu kılmadığı anlamına sahiptir. Eskinin tüm uygarlık çağları gelişme ve yayılmalarıyla coğrafyanın şiddetli etkisi altında kalmışlardır. Kapitalizm çağıyla bu dönem sona ermiştir. Mevcut durumda kapitalizm dünyanın her parçasında dengesiz durmakla birlikte, yeniden dönüşerek yayılacak bir toprak parçasına gereksinim duymamaktadır. Aradığı, daha çok küreselleşme adı altında kendisi için tüm dünyada geçerli benzer hukuk koşullarının yaratılmasıdır. Uygun coğrafyadan çok, uygun hukuk aramaktadır. Tabiatıyla hukuktan kast ettiği, ekonomik ve siyasal kurumlaşmanın engel teşkil eden yapılardan kurtarılmasıdır. Çağdaş kapitalizm bu an-lamda milliyetçilik değil, kozmopolitizm yapmaktadır. Daha önce-ki kapitalizm dönemleri milliyetçilik ve milli devletler dönemini dayatırken, evrenselleşen kapitalizm artık çok zorunlu olmadıkça milliyetçilik ve milli devlete öncelik tanımamakta ve hatta bunları bir engel gibi görmektedir. İlk defa bilimsel-teknik devrimlerin olanaklarından yararlanarak küreselliği kendi çıkarlarına göre yeniden kurumsallaştırmaya çalışmaktadır. Artık milli ölçüler değil, küresel ölçüler geçerlidir. Her şey küresel ölçülere göre tartıl-makta ve ona göre değer bulmaktadır. Milli değerler uyum göstermediklerinde, eski eserler müzesine atılmaktadır. Kapitalizmin bu çağdaş hamlesi, onu içinde bulunduğu derin ve sürekli bu-nalımdan kurtaracak bir çare değildir. Kapitalizm daha çok ömrünü uzatmak ve bu süre içinde gerekli dönüşüme uğrayarak demokratik uygarlık içinde yeniden temel belirleyici bir güç konumuna erişmek amacındadır. Bu açıdan dönüşüm ihtiyacını teorik ve pratik düzeyde daha erken duyumsadığını ve bilince çıkardığını belirtmek gerekir. Tarihsel tecrübeden de yararlanarak, bilimsel-teknik devrimin zorunlu kıldığı değişiklikleri yapmada reel sosyalizmden erken davranarak üstünlüğünü kanıtlamıştır. Bu da-ha çok gelişkin kapitalizmin merkezleri için geçerlidir. 20. yüzyılın sonlarında reel sosyalizmle birlikte bütün dünyayı globalizm adı altında kendine bir çevre gibi yeniden eklemlemiştir. Merkez ve çevre ilişkileri yeni küreselleşmenin sıcak sorunlarını teşkil etmektedir.
BM kendini yenilemezse, aşılmaya mahkum bir devletlerarası model gibi durmaktadır. Benzer kıtasal ve bölgesel birlikler yenilenme ihtiyacıyla karşı karşıyadır. Siyasi alanda eski model devletlerarası birlik anlayışı ne kapitalizmin küreselliğine, ne de çağın demokratik uygarlık ölçülerine cevap olabilmektedir. Bunlar klasik kapitalizm ile reel sosyalizmin denge durumunun ürünüydüler. Bu dönem aşıldığına göre siyasi yapılanmaları da aşılmak durumundadır.
Temel askeri kurumlar olarak NATO ve Varşova Paktının da sona ermesi gerekmektedir. Varşova Paktı çoktan sona erdiğine göre, NATO aslında işlevsiz duruma düşmüştür. Yeni rol tanım-lamaları varlığını anlamsız kılmaktan kurtaramamaktadır. Bu ve benzeri askeri paktlar dönemi aşılmıştır.
Başta IMF ve Dünya Bankası olmak üzere, ekonomik kurumların yenilenmeden varlıklarını sürdürmeleri giderek zorlaşmaktadır. Bunların dayandıkları mantık, reel sosyalist ülkeleri ekonomik olarak tecrit etmek ve azgelişmiş ülke ekonomilerini güçlü ekonomi merkezlerine bağlamaktı. Bu kaba mantığın dayandığı dünya da aşıldığına göre, yeniden bir ekonomik düzenleme kaçınılmaz olmaktadır. Küreselciliğe karşıtlık aslında küreselleşmeye karşı değil, daha çok bu adil olmayan eski düzenlemesine karşı olmak-tadır.
Bu gerçekliklerin bilinciyle hareket eden çağdaş kapitalizm, i-kinci dünya savaşıyla birçok bölgesel ve yerel savaşın verdiği dersler temelinde, faşizm seçeneğinin bunalımdan başarıyla çıkışın yöntemi olamayacağının tamamen farkındadır. Eski burjuva demokrasisi deneyiminden de yararlanarak, hem merkez hem de çevre ülkeler için kendini yeni uygarlıksal gelişmeye uyarlamanın en doğru seçenek olduğuna ikna olmuş gibidir. Bu da demokratik uygarlığın gelişme şansını en çok artıran bir faktördür. Eskiden demokrasiden kaçan, gericiliğe ve faşizme sığınmaya çalışan kapitalist merkezler, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren genel bir tercih gibi demokratik sisteme dört elle sarılmışlardır. Kendi sınıf ölçüleri ve önceliklerinden vazgeçmemekle beraber, tümüyle kaybetmemek için genel demokratik ölçülere uymanın gereğini de en çok bilince çıkaran sınıf konumundadır.
Demokratik uygarlık, kesinlikle bir kapitalist yaratım ve olgu değildir. İlgili bölümde de açıklandığı gibi, bunalım çağından çıkmanın genel bir tarihsel ve toplumsal dönemi ve dayatmasıdır. Kapitalizmin burada başardığı, hızlı kavrama ve adaptasyondur. Bu bilinci ve uyarlanmayı zamanında gösteremeyen reel sosyalizm dağılmaktan kurtulamamıştır. Çünkü çağın mantığı ve akış gücü sonuçta en belirleyici etken konumundadır.
Demokratik uygarlığın mekansal boyutunun tali plana düşmesi, önceliğinin ne olduğunu sorgulamaya götürür. Bunda başta gelen etken, bilimsel-teknik gelişmenin evrensel niteliğidir. Bilim ve teknik, tüm insanlığın ortak malı olarak değerlendirebilecek en temel toplumsal değerlerdir. Hiçbir uygarlığa, sınıfa ve ulusa mal edilemeyecek kadar kolektif karakterlidirler. Tüm insanlığın bu gelişmede payı vardır. İlk klan topluluklarının vahşi çağlarda at-tıkları bir iki küçük adım, ABD'li veya Avrupalı bilim adamlarının attıkları adımlardan daha az önemli değildir. Tarih, bilim ve teknikteki gelişmede M.Ö. 6000-4000 yılları arasında Verimli Hilal’de gerçekleştirilenlere denk gelen ikinci bir dönemin ancak MS 1600 yıllarından itibaren ortaya çıktığını göstermektedir. Neolitik bilim ve tekniğin hem süre hem de kapsam bakımından insanlık açısından en evrensel sonuçları doğuran ve yaşatan gelişmeler olduğu genelde kabul edilen bir görüştür.
Bilim ve tekniğin evrensel özellikler taşımasıyla dünyanın yeni-den paylaşımının eski tarzının anlamlı olmaktan çıkması, taşıdıkları kapsam itibariyle ilk defa gerçekleşen olgulardır. Bu olgular, mekansal yayılmayla gelişme arasında eski tarzda sıkı bir bağ kurulamayacağını göstermektedir. Bu gerçeklik demokratik uygar-lığın bir bölgenin has ürünü olarak değerlendirilemeyeceğini, tıpkı bilim ve teknik gibi evrensel bir yaratım olarak anlaşılmasının daha doğru olacağını göstermektedir. Demokratik uygarlık, in-sanlığın ortak deneyiminin tarih boyunca süzülmüş en değerli uy-garlık ürünüdür. Gelişimi, kapsamı ve biçimlenmesi üzerinde tanımlama düzeyinde kapsamlı durduğumuzdan tekrarlamayacağız. Daha çok evrensel boyutta gerçekleşme durumunu gözden geçirmenin yararlı bir bilgilendirmeye yol açması açısından ana hatlarıyla değerlendirmeye çalışacağız.
Demokratik uygarlığa en erkenden ulaşma gücünü kapitalizmin güçlü merkezleri göstermektedir. Bu özellik, demokratik uygarlıkla ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeler arasındaki bağı da kanıtlamaktadır. Daha doğru olan, demokratik uygarlığın gelişmeler üzerindeki belirleyici etkisidir. Hangi ülke ve toplumsal düzen bu gelişmeyi kapsamlı yaşıyorsa, ekonomik ve politik yapısını da-ha üretken ve yaşamsal kılabilmektedir. Kapitalizmin gelişmiş merkezleri bunun farkına en erkenden ve kapsamlı olarak vardıkları için, yeni dönem gelişmesinin öncülüğünü de yakalayabilmişlerdir. Demokratik teori ve pratiği titizlikle inceleme, özümseme ve uygulamada hayli ileri gitmişlerdir.
Avrupa bu konuda öncü rolü oynamaktadır. Aralarında farklılıklar olsa da, tüm Avrupa ülkeleri demokratik sistemi özümseyip daha da geliştirmeleri gerektiğinin farkındadırlar. Özellikle yüz-yıllarca süren dinsel ve milliyetçi kavgaların yol açtığı çok ağır ve kanlı bilançolar, Avrupa’yı demokrasinin uzlaşıcı ve barışçıl karakterine sımsıkı sarılmaya götürmüştür. Ne kadar karmaşık olurlarsa olsunlar, sorunların siyasi sınırlar, farklı din ve ideolojiler, etnik ve ırksal nedenlerle çatışmaya dönüşmeden çözüme kavuşturulması, yeni siyasi kültürün en önemli özelliğidir. Bu geliş-menin en somut ifadesi, Avrupa Birliği (AB) olgusunun giderek gelişmesidir. AB sadece bir siyasi birlik olmayıp, genel uygarlık prensibidir. Birliğin genişleme ve derinleşme sorunları vardır. Tüm Avrupa ülkelerini federal bir çatı altında birleştirmesi güçlü bir olasılıktır. Daha geri bir Avrupa’ya yol açması düşünülemez. Avrupa’nın dünyayı da en çok bu yeni uygarlık projesiyle etkilemesi gündemdedir. Demokratik uygarlığı ne kadar derinleştirir ve genişletirse, dünyadaki öncü konumunu da o denli pekiştirebilir. Fakat kapitalizmi doğuran koşulların varlığı ve kapitalist yaşamın kök salmış olmasından ötürü, bu konumu fazla ilerleme potansiyeline sahip değildir. Yeni uygarlıksal gelişmenin sağ güçlerini temsil edecektir. Diğer birçok uygarlıksal gelişmede görül-düğü gibi, yeni merkez rolün ancak ona uzak ve hatta onunla çelişkili bir konuma sahip alanda gelişmesi gerekmektedir. Bu rolü alanın coğrafi koşullarından çok, kültürel koşullarının belirleyeceği konum arz ettiği vurgulanmıştır.
Avrupa uygarlığı potansiyelini büyük oranda kullanmış sayılmak-tadır. Doğuracak yenilikleri fazla kalmamıştır. Kapitalist zihniyet ve ruh son derece sert dokularını oluşturmuş olduğundan, yeni uygarlık kişiliğine açılımı sınırlı olacaktır. Ama yine de iç çelişkilerinden ötürü, birçok kişi ve güç odağı yeni uygarlık alanında katkı rolünü oynamak durumundadır. Avrupa özelliklerini tümüyle inkar etmek ancak gericilikle mümkündür ve ilerlemeye imkan tanımaz. Yapılması gereken, eleştirel yaklaşımla alınması gerekeni alarak, tutuculaşan kabuğunu parçalayıp atmaktır. Avrupa’nın kendi refleksleriyle yeni uygarlığa yol açma yeteneği olmadığından, rolü ancak katkı düzeyinde olabilir. En doğru tutum, ne bir kurtarıcı rol beklemek ne de inkar etmektir. Çözümlemek ve yeni ideolojik kimlikle aşma gücü göstermek bu tutumun gereğidir. Avrupa; Sümer, Mısır, Grek ve Roma uygarlık merkezlerinin bir dönem yaşadığı duruma benzer bir konuma gelecektir. Aslında bu sürece girmiştir. Bu süreci derinliğine yaşaması gerekir. Daha şimdiden birçok çevre, merkezi Avrupa’yı aşılmayla karşı karşıya getirmektedir. Doğurdukları olgunlaşırken, kendisi ihtiyarlaş-maktadır.
ABD, Avrupa’nın ilk elde başka kıtada doğurduğu en hoyrat evladı durumundadır. Kuzey Amerika’nın elverişli ve bakir coğrafyası hızla büyümesine yol açmıştır. Avrupa’nın maceracı eğilimlerine tanık olan coğrafya, başlangıçta Kızılderili katliamlarıyla karşılaşmıştır. Belli bir ayaklanmadan sonra, son iki asır içinde bağımsızlaşmış ve birçok alanda üstünlüğü yakalamıştır. Dünyanın her tarafından akan göçler bir dünya modelini ortaya koy-muştur. Buna yeni yetmeler dünyası da denilebilir. Hoyrat ve gün görmemişliği bu özelliğinden ileri gelmektedir. Ülkelerinde kaybetmenin hırsı ve kiniyle hareket eden nüfus; acımasız, her şeyi para olan, bütün ölçülerinde menfaati ve pragmatizmi esas alan soğuk mantık yapısını ve vicdansız bir ruh dünyasını oluşturmuştur. Denilebilir ki, insanlığın en köksüzleri burada birleşip karşı bir dünya oluşturmuş gibidir. ABD bir yana, dünya bir yana ikilemini doğurmuşlardır.
20. yüzyılın bir ABD yüzyılı olduğunu söylemek bazı yönleriyle doğrudur. Bilim ve tekniğin gelişiminde katkıları önde gelmektedir. Demokratik uygarlığın gelişiminde de rolü küçümsenemez. Her iki alanda da Avrupa’nın bir eki ve tamamlayıcısı olmakla birlikte, küreselleşmede daha güçlü ve hızlı adımların sahibidir. 20. yüzyılın sonlarında kendini dorukta görmektedir. Ama içten içe büyük bir çürümeyi yaşadığı kesindir. Roma’nın son günlerine benzemese bile, yine de yükselişin değil, çöküşün işaretleri daha çok geçerlidir. Dünya için geliştirmek istediği yeni sömürgecilik Vietnam’la aşılmıştır. Küreselleşme adımları ise, mevcut özellikleriyle her geçen gün daha çok tepki toplamakta ve tecrit edilmektedir. BM'li, NATO'lu ve IMF'li dünya egemenliği çok hantal işlemekte ve astarı yüzünden pahalı olmakta; bu egemenliğin 21. yüzyılda aşılması ve ikincil plana düşmesi kaçınılmaz görünmektedir.
Bu durum Avrupa’nın bir yansıması olarak da görülebilir. Ana merkezin yaşadıklarını evlatlarının yaşamaması düşünülemez. ABD’nin demokratik uygarlık çağı için geliştireceği fazla bir yenilik yoktur. Ama yine de dünya çapında sınırlı da olsa oynayacağı rol AB'ninkiyle örtüşmektedir. Daha otoriter ve faşist eğilimleri beslemesi çıkarına olmaktan çıkmıştır. Açık müdahaleleri yürütecek gücü yoktur. bilimsel-teknik gücüne dayanarak, demokratik örtü içinde küreselleşmeyle kendini sürdürmeyi temel strateji durumuna getirmiştir. Hem dıştan hem de içten giderek sorgula-nacağı ve etkisinin sınırlandırılacağı kesindir. Tarihte bir dönem Grek dünyasının Roma’nın karşısında yaşadığı durumu, Avrupa ve ABD ikileminde görmekteyiz. Sanki tarihi bir tekerrür söz konu-sudur. Kaderlerinin de birbirine benzemesi doğaldır. Nasıl bar-barların hamlesi Roma’ya yönelerek çözülme sürecini hızlandırmışsa, tüm dünyanın barbarları denilmese de, benzer konuma sahip akınlar ABD'ndeki bunalım ve çözülüş için benzer rolü oyna-maktadır. 21. yüzyıl bu biçimde bir diyalektikle ABD'yi Rusların reel sosyalizmde yaşadıkları duruma düşüreceğe benzemektedir.
Uygarlıkların ana kıtası Asya, parçalı bir gelişime tanık olmak-tadır: Kuzeyde ve ortada Rus önderlikli blok, Doğuda ve Büyük Okyanusta Çin, Güneyde ise Hindistan. Japonya ve Avustralya’nın özgün konumlarından bahsedilemez. Batı uygarlığının uzantısı durumundan öteye rolleri yoktur.
Ruslar ve Rusya, ne tam Avrupalı ne de Asyalı karakterleriyle derin bir ikilemi yaşamaktadır. Bir özgünlüğü yakalamaktan uzaktır. Reel sosyalizmin önderliğine soyunmaları hem kendilerine hem dünyaya pahalıya mal olmuştur. 20. yüzyılın tahripkar ve kanlı geçmesinde rolleri önemlidir. Bir nevi dogmatizmle ütopyacılığın en anlamsız biçimini deli gömleği gibi sosyalizm adına in-sanlığın sırtına geçirmeye çalışmışlardır. Bu tutmayınca, sanki hiç sorumlulukları yokmuş gibi utanmazca sıvışmayı politika sayarak düşkünlüklerini kanıtlamışlardır. Uç bir komünizm umacılığından diğer uca, kapitalizmin mafyacı tarzına düşmeyi karakterlerine yakıştıracak kadar bir düşkünce ve üstünce ikilemi yaşamaktan çekinmemişlerdir. Şu anki durumları sersemleşmeye benzemekte, nereye yönelecekleri kestirilememektedir. Ama karakterlerindeki ikilemi sürdürmeleri kaçınılmaz görünmektedir. Kapitalizmi derinleştirirken, reel sosyalizme benzeyen durumları yaşa-maktan da geri durmayacaklardır. Toparlanır toparlanmaz, başta Orta Asya ve Kafkasya’da olmak üzere, etkili olmak isteyeceklerdir. Ama 21. yüzyılda 20. yüzyıldaki seviyelerine gelmeleri de beklenemez. Bir çevre merkezi olarak konumlarını pekiştirmeyi ve ehlileşmeyi yaşamaları kaçınılmazdır. Bilimde, teknikte ve demokratik uygarlıkta ABD ve AB'ye öykünüp benzemeye çalışacaklardır. Özgün bir katkıları düşünülemez.
Çin, daha ilginç gelişmelere konu olabilir. Şimdiden ekonomide kapitalizmle, siyasette ise reel sosyalizmle çirkin bir evliliği sür-dürme başarısını göstermektedir. Tam gayri meşru bir evlilik; “Çin işi, Maçin işi” tekerlemesini doğrularcasına. Nüfus büyüklüğü ve çalışkanlıkları ejderhavari bir büyümeye yol açacaktır. Ne kadar özgün bir uygarlık olacağı belli değildir. Tarihte Çin’in rolü, büyük uygarlıkları mükemmelce taklit etme yeteneğinde bir üs-tünlüğe sahip olmasında görülmüştür. Çinlilerin müthiş taklitçi oldukları söylenebilir. Japonlar ve diğer Hindi Çini halkları da bu dalgaya dahildir. Reel sosyalizmi taklitleri de müthiş ve başarılı olmuştur. Şimdi tüm sistemlerden yararlı olanı almaya devam etmektedirler. Bunun karşılığında dünyaya neyi nasıl saçacakları belli değildir. Sakinlik ve barış ihtimali yüksektir. Ama herhangi bir dünyalı güçle takışmaları halinde, felaketi geliştirebilecek güçlerin başında gelmektedir. 21. yüzyılın yükselen bir gücü olması kaçınılmaz görünmektedir. Çirkin evliliğin nasıl sonuçlanacağı en çok merak uyandıran bir konudur. Ama farklı bir uygarlıksal çıkış merkezi olması beklenmemelidir. Çinliler en değme kapitalistten daha kapitalist, en değme komünistten daha komünist olma cambazlığını gösterme yetenekleriyle ancak taklitte ilerleye-bileceklerdir. Yeni bir sentezle ilgileri yoktur.
Hindistan’daki durum, özgünlüklerinden çok, tarih boyunca yaşadığı kültürlerin işgal derinliğini sürdüreceğe benzemektedir. Hindistan bir dönemler Aryen kültürün muhteşem sesleriyle çınlayıp gelişti, Brahmanizm’e kadar ulaştı. Buda’yı yarattı. İslami kültürü yaşadı. Feodalizmi derinliğine kendine mal etti. Tanımadığı ve özümsemediği işgal kalmadı. Daha çok her işgalciyle ya-tan, ama kendine mal eden kadını andırmaktadır. İngiliz kocasıyla kapitalist evliliği kendisine yaramışa benzemektedir. Liberal demokrasiyi uygulayabilmektedir. Bilim ve teknikte ABD'ye bile ulaşabilir. Barışçı yanı ağır basan bir halk mozaiğine sahiptir. En renkli bir kültür olarak Asya’nın geleneğindeki yerini koruyacak-tır. Ama yeni bir uygarlıksal adımdan çok uzaktır. İngiliz çizgi-sinde sadıkane gelişmesini sürdürecektir. Bu çerçeve altında tarihsel kimliğini koruyarak gelişecek ve varlığını sürdürebilecektir.
Asya’nın birçok marjinal kültürü de vardır. Türkler, İranlılar ve Endonezya gibi. Ama bunlar daha çok Ortadoğu denkleminde yer almaya yatkındırlar. Rusya, Çin ve Hindistan’ın ortak bir Asya potasında birleşmeleri beklenemez. Bir ABD veya AB olmaları, mevcut özleri itibariyle şimdilik mümkün görünmemektedir. Genel bir ittifak konumları bile ufukta görünmemektedir. Tarihte Asya nasıl idiyse, öyle olmaya devam edecektir. Tüm uygarlıkların büyük arka cephesi olmayı sürdürecektir. Ama dev gibi görünme konumundan da hiçbir zaman vazgeçmeyecektir.
Latin Amerika, Avrupa ve ABD'nin bileşkeli uzantısıdır. İkisiyle kurduğu ilişkiler kendisi gibi harika bir melezliğe yol açmıştır. Irkların, kültürlerin, sistemlerin melezliği, güzellik yanları da dahil, ne kadar çarpıcıdır? Bundan bir özgünlük çıkması zordur, ama bireysel kahramanlıklar ve özgünlüklere en çok gebe bir kültür-dür. Bolivar’ları, Zapata’ları, Che'leri ve Castro'ları çıkarmayı sürdürebilir. Büyük ağabeylerin Hint ve Çin benzeri taklitçiliği beklenmemelidir. Asidirler, ama mevcut aşılanmış kişilikleriyle yeni uygarlıksal adımları doğurmaları zordur. Yine de devrimci çıkışlarla yeniliğin umutlarını en çok diri tutacak bir kıta parçası ve kültürünü temsil etmeleri beklenmelidir. Zordakilerin onurlu umut kişilikleri olmayı kolay kolay bırakmayacaklardır. Ama güçleri bir sistem yaratmaya yetmez. Çağdaş demokratik uygarlığı özümsemelerinin 21. yüzyılda gerçekleşmesi bile kendileri için başarı sayılmalıdır.
Kara Afrika’sı en alttakileri oynamaya devam edecektir. Siyah ırk büyük sorun olarak duracaktır. AIDS bu gerçeğin bir sembolüdür. Halbuki kıta olarak en görkemli bir ana olabilecek her şeye sahiptir. Ama kötü kocaların, hem yerlisi hem yabancısının elinde en kötü durumlara düşmekten kolay kolay kurtulamayacaktır. Ama geç de olsa doğuşu, güzel siyah ana biçiminde olacaktır. Erkeğin değil, kadının rengiyle doğacak uygarlığın en kolay yayıldığı alan olacaktır. Bunu Latin Amerika ve Hindistan izleyecektir. Üçünün de ana ve kadın geleneği güçlüdür ve umut vaat etmektedir. Geç ve güç de olsa, Afrika direnecek ve belki de gerçek kişiliğini yeni uygarlıksal gelişmenin tam zaferinde yakalayacaktır.
Uygarlığın gelişimi yönünde eskiyi sürdürmeye dayanan dogmatizmle, yeniyi belirleme hayallerini ifade eden ütopyacılığın gücü önemli kırılmalara uğramıştır. Sürükleyici yetenekleri büyük bir kuşkuyla karşılanmaktadır. Tarihte buna benzer dönemlere tanık olmaktayız. M.Ö. 2 binin sonlarında Sümerlerin çöküşü ile dönüşümü, miladi yıllarda köleci bakış açılarının çözülüşü ve MS 1500'lerde Rönesans’ın doğuşu dönemlerinde geçmişe ilişkin kuşku ve şüpheler artmaktadır. Geleceğe ilişkin karamsarlık ve arayış iç içe olmaktadır. 2000 dünyası benzer bir konumu yaşamak-tadır. Dogmatizm adeta can çekişirken, ütopyaların içine düştüğü durumda da hayaller yıkılmakta, sığ bir pragmatizmin etkisi in-sanlığı heyecansız ve biraz da çaresiz bırakmaktadır. Adeta "vur patlasın, çal oynasın" felsefesi yaşanmaktadır. Kapitalizmin yeni hayaller yaratması olası görünmemektedir. Bu hayalleri ancak ABD, Hollywood film dünyasında yaratabiliyor ki, bununla insanlığı uzun süre oyalamak ve uyuşturmak pek mümkün değildir. Tüketim toplumuyla yürüyen pragmatizmin köklü bir felsefi gelenek oluşturması ve hayal yaratması özüne aykırıdır. Her şeyi günü-birlik yaşamak geçerlidir. Bu, bunalım dönemlerinin tipik günü gün etme anlayışıdır. Komünizm ütopyacılığının temelindeki sakatlık, idealize ettiği amaçlara ters pratik sergilemesi, reel sosyalizmin kötü örneğinde sosyalizmin çekiciliğine büyük kuşku duyulmasına yol açmıştır. Sosyalizm kendini yenileme ve köklü dönüşüm çabalarına ihtiyaç duymaktadır.
Çağımızın insanı bu gerçeklik karşısında yeniden büyük bir arayış içine girmek durumundadır. Eldekiyle güncelliği kurtarabilir, ama geleceğin köklü inşasını gerçekleştiremez. Dogmatizmden fazla medet umacak durumda olmadığının bilincine erişmiştir. bilimsel teknik temeli yeterli olmayan ütopyaların peşine takılmanın da dogmatizmden pek farklı sonuçlara yol açmadığını görmüş ve denemiştir. Bunlarla birlikte tarihin en büyük bilimsel teknik devrimler çağını yaşamaktadır. Bu temelin mümkün kıldığı demokratik uygarlık dünyayı sarmaktadır. Fakat demokratik uy-garlığın kendisi de zıt uçların vahşet aşamasını bile geride bırakan varlığını yumuşatma ve uygun uzlaşı platformlarıyla çözümü kolaylaştırmaktan öteye köklü olma, kalıcılığı uzun süreli ve temelli kılma zaaflarını tümüyle aşmış olmaktan uzaktır. Mevcut aşama aslında tipik bir araştırma, arayışları derinleştirme, daha köklü çözümler bulma anlamında yaşanması zorunlu ve oldukça uzun sürmesi gereken bir tarih aşamasıdır. Yaşamadan atlanamaz. Aksi halde Paris Komünü’nden reel sosyalizmin birçok felaketli örneklerine kadar olgunlaşmayan çözümlerin tahripkar sonuçları önlenemez.
Birçok yüce amaçlı ve kutsal çabalı devrimci pratiklerin karşılaştığı acı sonuçlar, bu gerçeklikle bağlantılıdır. Demokratik uy-garlık döneminde yeni insanlık sentezi, çok yönlü ve karmaşık birçok tez ve antitez, daha insani ve çok renkli evrensel hukukun meşru savunma hakkı dışında şiddete yer vermeyen mücadelesi sonucunda doğacaktır. Çağımız, dünyanın birçok önemli merkezinde bu yönlü gelişmelerin birikimine sahip olmakla birlikte, sen-tezi doğurmaktan uzak bir durumdadır. Anlayış ve gözlem gücümüzü yeniden uygarlığın beşiği olmuş, gençliğini yaratmış Orta-doğu kültür geleneğine çevirmek, olası sentezi ortaya çıkarmaktaki potansiyel gücünü ve ufkunu değerlendirmek çözümleyici bir nitelik taşımaktadır.
- Ayrıntılar
Kendi yaşam öykümü geliştiriyorum. Çünkü orada bir durum anlatılmak isteniyor. Hemen hepinize hakim olan durumlar var, yaşam tarzları var. Bu yaşam öyküsü güvensiz, bilinçsiz, örgütsüz, iddiasız ve yenik bir kişilik düzeyini yerle bir etmenin savaşıdır. Hepinizin zayıflıkları, iddiasızlığı, çeşitli zavallılıkları ve güçsüzlükleri bu hikayede aşılmıştır. Tabii bu bir halkın önderliğidir. Bir halkın zayıflıkları ve güçsüzlükleri aşılmıştır. Büyük bir ustalıkla bunu yaptım, bu öykünün büyüklüğü de buradadır. Bu kesinlikle bir bireyin öyküsü değil, yaşamda gerçekleştirilen bir halkın diriliş öyküsü oluyor. Bu öyküde çok büyük bir ustalık, sabır, incelik ve zorluk var. Kitle arasına bile girmeden bu kadar örgütleyici gücümün olması yaşamın gücünden ileri geliyor. Sizin kadar dolaşmıyorum, fazla kimseyi de gördüğüm yoktur, ama çok büyük bir etkileyici gücüm var. Bu kesinlikle yaşam tarzından kaynaklanıyor. Halk için yaşıyorum, sürekli düşünüyor ve her zaman çok akıllı adımlar atıyorum. Çok sorumlu, iddialı, inatçı, dikkatli ve kırk defa ölçüp biçerek bunu yapıyorum. Sonuç, her geçen gün bir ileri adım daha atmaktır. Siz de kendinizi böyle ayarlarsanız, kesinlikle bu işi yüksek bir başarıyla yürütürsünüz. Zaten bunun başka yolu da yoktur. Bu konuda Önderlik gerçekliğini incelemelisiniz. Parti gerçekliği, Önderlik gerçekliğidir. PKK’lileşmek demek, Önderlikleşmek demektir. Sıradan insan ilişkilerinde çıkıp yücelen, kapsayıcı, toplumsal ve ulusal düzeye, hatta onu aşan insanlık düzeyine ulaşmak demektir. PKK’lileşmenin en doğru tanımı budur. Bu daha somutta nasıldır? Yaşadığınız her türlü bireycilikler ve darlıklardan kurtulacaksınız. Örneğin şu anda hiçbir bireycilik beni tatmin etmiyor. Eskiden bir sigara içerdim, şimdi onu da bıraktım. Eskiden uykuyu, rahatlığı, kısacası kendi alışkanlıklarımı severdim; şimdi ise bunlar bana yüktür. Beni sevindiren şey yüksek özgürlük gelişimidir, başarılı yürüyüştür. Bunun dışında her şey benim için anlamsızdır. Yücelmenin başka türlü ifadesi de olamaz. Siz de bunu ruhunuzda gerçekleştirdiğiniz ve pratiğinizle bunu pekiştirdiğiniz oranda PKK’lileşiyorsunuz demektir. Örneğin, bireysel bir alışkanlığa çok tapmanız ve bireysel keyfi tutumların üzerinizde çok etkili olması, bunlara tenezzül edip anlamsız alışkanlıklardan vazgeçmemeniz partileşmenizin önünde kesinlikle bir engeldir. Ben kendi deneyimimi size anlatıyorum, bu tecrübe bana bunları söyletiyor. Kolektif özgürleşme olmadan, birey olarak yaşamı çok anlamsız buluyorum. Zaten beni şimdiye kadar bu büyük çabaya zorlayan da budur. Çünkü bana göre insanlar özgürleşmedikçe birer alçaktırlar ve hepsini bu durumlarından kurtarmak gerekir. Sokağa çıkıp insanlar arasında dolaşırım, birçoğunun halleri bana karınca gibi gelir. Bu insanların yarısını ıslah oluncaya kadar eğitimden geçirmek gerekir derim. Çünkü bana göre hepsi küfür içindedir ve adeta ihanete uğramışlar. Yaşam tarzlarına öfke duyuyorum. Basit bir evi kurtarmak için ömürlerini tüketiyorlar, mahvolmuşlar. Bunu da aileyi kurtarmak, bireysel bir ekmeği veya bir çorbayı kurtarmak için yaşam içinde kırk takla atarak yapıyorlar. Başka nasıl olacak diyeceksiniz. Bireyciliğin vardığı sonuç budur. Orada siyaset ve yücelik yoktur. Bireyi kurtarmak, aileyi kurtarmak adı altında kendini bitiriyor. Onun için aile namustur, çok önemlidir. Milyonlarca çocuk var, onların durumuna da bir bak desen hiç bakmaz bile. Bütün çocuklar senin çocuğun gibidir, hatta daha da güzelleri var desen, bunu hiç düşünmez bile. Gözünü karartmış, sürekli ‘ben, ben, ben’ der ve bu ölünceye kadar da böyledir. Bizde herkesin yaşamı az çok böyledir. Ben de sizin yaşlarınızdayken bunu yaşıyordum. Ancak o zamanlar kendimi adeta parçalıyordum.
Tek olmama rağmen, kimse yol göstermediği halde, nasıl gelişeceğim diyor ve kabıma sığmıyordum. Benim için cıva gibi derlerdi. Halen hatırımdadır, o zamanlar yerimde duramazdım ve halen de öyleyim. Durulacak bir şey yoktur, çünkü göz göre göre yaşam elimizden alınmıştır. Topraklarına ihanet ettirilmişsin, toplum olarak bitirilmişsin. Senin büyük vicdanın, isyanın olmazsa ve bu sorunların çaresini bulamazsan bir hiçsin. Onun için ben bu insanlara saygılı olamam ve hep öfke duyarım. Geçmişte onların yanında bile oturmak istemedim, onlardan kaçtım, onlara tepki duydum ve düşündükçe bunun karşıtını geliştirdim. Direniş öykümüzde bunları görmeniz gerekir. Çocukluk isyanlarımızdan tutalım bugüne kadar yürüttüğümüz mücadelenin her önemli dönemini anlamanız gerekir. Ben sizin gibi isyan etmedim. Siz de çok ağladınız, çok tepki duydunuz, ama bunların sizde bir zincirin halkaları gibi özgürlük temelinde geliştiğini belirtemem. Benim durumum öyle değildir; ben giderek bütün öfkelerimi, tepkilerimi ve isyanlarımı bir zincirin halkaları gibi bugünkü halk önderliğine, PKK gerçeğine dönüştürdüm ve halk önderliğinde birleştiriyorum. Maalesef tecrübeli arkadaşlarımız dahi benim böyle bir halk önderliğini geliştirmek için nasıl yaşadığımı, bunun için çok müthiş bir çaba sergilediğimi, çok düşündüğümü ve adeta büyük bir düşünce savaşımı verdiğimi anlayamıyorlar. Bunu bilmeniz gerekir. Pratik siyasete atıldığımda, her gün ölümle burun buruna gelerek adım atıyordum. Eğer ben de sizin gibi tehlikeye gözümü kapamış olsaydım, bugün sağlıklı olarak buraya kadar gelemezdim. Biz PKK’yi ölümle burun buruna gelerek sırat köprüsünden geçer gibi inşa ettik. Partileşme halk tarihimizin ve insanlığın en anlamlı ifadesidir. Benim her yılım çok büyük bir savaş yılıdır. Bu büyük savaş yılını anlayamayanlar PKK’yi anlayamazlar. PKK’yi anlayamayanlar da asla savaşamazlar. Keşke bizim mücadelemizin yıl yıl anlama işini doğru başarmış olsaydınız! Halen hatırımdadır, bu çizgiyi kendi içimde, düşüncede resmen başlatmaya karar veriş sürecim 1972 sonlarıdır ve ondan sonraki her günüm nefes nefese bir çabayla geçti. Kaldırımları dershane gibi kullanıyordum. Yatakhanelerin ve tuttuğumuz bazı küçük evlerin -tek odada on kişi kalırdık- hepsini bir okula dönüştürdük. Derslerdeki tüm oturuşum mücadele anlamına gelirdi. Etrafımıza kim gelirse ideoloji saçıyorduk. 1973’te büyük bir cesaretle bu ideolojiyi dile getiriyordum. 1974’te daha cesaretle gruplaşmayı ortaya çıkardım. 1975’te resmi bir Yüksek Öğrenim Derneği’nde (ADYÖD) en önde gelen bir görev aldım. 1976’da büyük bir mitinge öncülük ettim. 1977’de Haki Karer yoldaşın şahadeti ardından ‘Program Taslağı’nı bizzat kaleme aldım. 1978’de artık PKK ismiyle ‘Kuruluş Bildirgesi’ni yayınlayarak bu mücadelede dönülmez bir adım attım. 1979’da güçlü bir eylem olan Hilvan-Siverek direnişçiliğiyle düşmana karşı resmi olarak PKK adı altında açık bir savaş ilan ettik. Başlattığımız bu sürece karşı geliştirilecek yönelimlerin ağır sonuçlarını kaldırabilmek için Ortadoğu sahasına açıldık. 1980’de 12 Eylül faşist darbesini göğüslemeye çalıştık. 1981’de tekrar ülkeye yönelişin pratik hazırlığını yaparak derli toplu bir konferansı Ortadoğu sahasında gerçekleştirdik. 1982 yılında ülkeye dönüşün hem teorik hazırlıklarını yaptık, hem de büyük bir çabayla hazırladığımız grupları –ki sayısı birkaç yüzü geçer- ülkeye taşırdık. 15 Ağustos 1984 Atılımı’nı zorla da olsa veya istediğimiz gibi olmasa da gerçekleştirdik. 1985-86 yılları arasında düşmanın dayattığı o büyük operasyona rağmen,15 Ağustos Atılımı’nı kesintiye uğratmamak için tekrar Ortadoğu sahasında çalışmaları derinleştirdik ve III. Kongre’yi gerçekleştirdik. 1987 yılı, bu sefer silahlı propagandayı aşan gerillayı kalıcılaştırma savaşımını verme ve ‘Olağanüstü Hal’ uygulamalarını boşa çıkarma yılıdır. 1987 yılı, ‘Olağanüstü Hal’in birinci yılında düşmanın bizi zindanda ve dağlarda bitirme planına karşı mücadeleye biraz daha derinlik ve süreklilik kazandırarak bir adım daha atma yılıdır. 1989 yılı gerillanın yenilmezliğini ve kalıcılığını bir kez daha kesinleştirme yılıdır. 1990 yılı, düşmanın bütün tasfiye planına karşı, serhildanları da ekleyerek gerilla ile serhildanı iç içe geliştirme ve mücadelenin yenilmezliğini ortaya çıkarma yılıdır. 1991 yılı düşmanın yeni bir arayışını, hükümet değişikliğini, hatta yeni bir darbeye yönelmesini mücadeleyle karşılama yılıdır. 1992’de bir ileri adımı daha oldu. Bu yıl Güney savaşımının aleyhimize gelişmesini önleyemediğimiz bir yıldır. 1993’te mücadele mevzilerinde taviz vermeden, düşmanın özellikle Güney hamlesini boşa çıkardık. 1994 yılı, düşmanın ‘ya bitecekler, ya bitecekler’ politikasını boşa çıkarma yılıdır. 1995’te de artık bu politikanın sahipleri bunalım içine atılarak geriletildi. Şimdi de yeni bir hamleyi nasıl hazırladığımı görüyorsunuz. Bir çırpıda bunları belirtebilirim. Ayrıca her yıl için önemli ideolojik cevaplar vardır: sömürgecilik tezlerini 1973’te bilince çıkardım, 1974’te bir gruba malettim. 1975’te ilk defa yazılı hale getirdik, 1976’da bildiriler biçiminde yaydık, 1977’de ‘Program Taslağı’na, 1978’de de ‘Manifesto’ya dönüştürdük. 1979’da broşürler haline getirdik. 1980’de Kürdistan’ın sömürge gerçekliğini, PKK ideolojisini ve politikasını daha kapsamlı olarak belgelendirdik. 1981’Politik Raporu’nda ise bunu kapsamlı ve sistemli bir biçimde yazdık. 1982’de ‘Gelişme Sorunları ve Görevlerimiz’ adlı değerlendirmeyle ortaya çıkan sorunlara cevap verdik. 1983’de kişilik problemini daha da derinliğine ele alarak çözmeye giriştik. Yine 1982’de ‘Kürdistan’da Zorun Rolü’ nü kaleme aldık. 1983’te Ulusal kurtuluş problemi ve çözüm yolu daha derinliğine işlendi. 1984’e çok geliştirilmiş bir politik raporla başlanarak, merkezileşme sorunlarına daha ağırlıklı yer verildi. 1985’te çeşitli konulara ilişkin çok sayıda broşür hazırlandı. 1986’da Kongre konuşmalarıyla birlikte karar düzeyi çok ileri boyutta çözümlendi. 1987’de çözümlemeleri daha derli toplu geliştirme süreci başlatılarak, hemen her yıl giderek derinleşen çözümlemelerle sorunlara cevap arandı. Bu çalışma hızından hiçbir şey kaybetmeksizin sürdürüldü ve günümüzde de her ay neredeyse birkaç ciltlik kapsamlı çözümlemelere ulaşılarak ideolojik yetkinlik en güçlü bir konuma getirildi. Bu yıllarda politik olarak da büyük adımlar atıldı. 1973’ün o dar grup adımı bile sömürgecilik politikasına indirilmiş büyük bir darbe oldu. Küçük bir ideolojik adım, politik etkilerin temelini atma anlamına gelir. Bu, sömürgeci ideolojiden ve onun sosyal şovenizminden kopuşun büyük bir adımı ve temel bir politik başlangıç oluyor. 1974’te grubun gelişmesi çok cesaretli bir politik tavırdır. İnsanlarımız artık köle olma politikası yerine, düşmanın birer esiri olmaktan kurtulup özgücüne dayalı olarak yaşama gücünü gösteriyorlar. 1975’te bunu daha da akıllı bir taktikle uygulayarak, solla değişik bir birliği geliştirip düşmanı yanıltarak çok önemli bir sıçramaya yol açtık ve kitleye açılmak için bir adım daha attık. 1976’da yine çok cesur ve düşmanı oldukça şaşırtan bir kitlesel gelişmeye ulaştık. Bu dönemlerde politik etkinlik ve Kürdistan halkının giderek yeni politikasının şekillendiği görülüyor.1977’de Kürdistan’da oldukça iyi yayıldığımız ve her tarafta bağımsız eylemin gelişmeye başladığı görülüyor. 1978’de buna ek olarak giderek gelişen silahlı politikayı, yani şiddet temelinde politikayı geliştirdik. Artık yerel işbirlikçiliğin korkulu bir rüyasıydık. 1979’da ortam adeta kasıp kavruluyordu. İşbirlikçilik ve geleneksel düşman etkileri karşısında müthiş bir politik güç haline geldik. PKK’nin kuruluşunun ilanı zaten yüksek bir politik eylemdi. 1980 yılında daha da tırmandırılan yönelime, biraz büyük silahlar da karıştırılarak yaygınlaştırılan bir savaş konumuna yol açılıyor. Bu, 12 Eylül faşist karşı devrimci darbesine yol açıyor. 1980-81 yıllarında geri çekilme ve uluslar arası alana açılma büyük bir politik adım oluyor. Bu adım isyanın ezilmemesi ve süreklilik kazanması için alınan ciddi bir politik tedbirdir. Yine Kürdistan tarihinde ilk defa bir isyanın yenilmemesi, tam tersine süreklilik kazanması için temel bir politik adımdır. 1982 yılında ülkeye yeniden dönüş, yurtseverlik temelinde çok köklü tarihi bir adım ve yüksek bir politik tavırdır. Çünkü her isyan daha sonra ardından bir iz bile bırakmadan yitirilirken ve giden de bir daha dönmezken, bu sefer ne isyanın sürekliliği engelleniyor ne de geriye gidenler dönmeme gibi bir olumsuzluğa düşüyorlar. 1983’te ülke içinde silahlı propaganda temelinde muazzam bir politikleşme dönemi başlattık. Bütün kitleler yeni bir politik döneme ve yeni bir tarihi döneme gözünü açıyorlar. 1984 yılı da bunun atılım yılı oluyor. 1985’te düşmanın bütün yıldırıcı seferlerine rağmen ulusal kurtuluş savaşından vazgeçmeme ve ulusal kurtuluş politikasını ısrarla dayatma gerçekleşti. 1986 yılı çok zorlu bir süreci aynı kararlılıkla sürdürme, Kürdistan’ın diplomasi ve siyaset alanlarında giderek nefes alma imkanlarını genişletme, içeride ve dışarıda artık yeni bir dönemin geliştirilebileceğini kanıtlama yılı oluyor. Tabii düşmanın da bu yıllara dayattığı provoke etme ve etkisiz bırakma yönelimlerine karşı politik taktiklerle aynı şekilde yanıt verme gelişiyor. 1989-90 yılları da devrimci yurtsever politikayı kitleselleştirme yıllarıdır. 1991-92’de mücadeleyi kitleselleştirmeyi, serhıldanlaşmayı daha da yükseltme söz konusudur. Yüksek devrimci bir politikayla politik bir sürecin içine girilmiştir. Kürt halkı tarihinde ilk defa çok büyük bir politikleşme sürecine tabi tutulmuş ve kitle temelinde birlik tutumu geliştirilmiştir. 1992-93’te savaş artık Güney’de ve Kuzey’de yayılmıştır. Bu dönemde PKK’nin politikası Kürdistan çapında ilgi görüyor ve kitleleri etkiliyordu.
PKK’ye dayatılan PKK’siz politika yapma anlayışı ve PKK’siz ulusal çözüm arayışları nihai darbeyi yedi. Her türlü işbirlikçi politikalar etkisiz kaldı. Bu güçlerin en son umudu 1992 savaşıydı. Ancak bu konuda alınan tedbirlerle bu umutları da boşa çıkarılarak PKK’nin yurtsever politikası kesin öncülük düzeyine ulaştı. 1994-95 yıllarında düşmanın ‘ya bitireceğiz, ya bitireceğiz’ adı altındaki imha politikası pratikte boşa çıkarılarak, yarattığı büyük şovenist dalga kırılarak, halkın umudunu yerle bir etme çabaları da önlendi. Türkiye ve Kürdistan kitlesinin de artık kaçınılmaz ve geri dönülmez bir biçimde devrimci yurtsever politikanın etkisi altına alınması ve onun temel bir gücü haline getirilmesi sağlandı. 1995’le birlikte tarihin en büyük operasyonlarına rağmen, devrimci yurtsever politikanın artık kitlelerden kopartılamayacağının anlaşıldığı, düşmanın bizi bitirdiğini ilan etmek için düzenlediği sahte seçimlerin tersini kanıtladığı bir durumu ya kaladık. Görüyorsunuz ki, her yıla böylesine muazzam politik gelişmeler sığdırılmıştır. Aynı zamanda bu yıllar taktik savaş yıllarıdır. TC’nin tarihinde her başkaldırıya ve her devrimci harekete dayattığı provokasyonlar vardır. Bu yıllar aynı zamanda sürekli provokasyonları dayatma yıllarıdır. 1972-73’te zaten ‘Türkiye Solu’nun kendisi de sosyal şovenist hareketleriyle bir provokasyon dayatması içindeydi. 1974 yılı onların etkisine karşı direnme ve giderek bunu örgütsel bir direnme gücü haline getirme, ‘ayrı ideolojiler, ayrı örgütlenme olamaz’ komplosunu boşa çıkarmaydı. 1975’te devletin özellikle Ankara’da bizi kendi kontrolü altına alıp etkisizleştirme amacıyla bizzat içimize kadar sızma taktiğine karşılık, 1975-76-77 ve ’78 yıllarında devletin bu taktiğini ona karşı bir silaha dönüştürdük. Tarihin en önemli gelişme adımlarını bu temelde atabilmek ve Ankara’dan sağlam çıkmayı başarmak önemliydi ve bunu başardım. 1978-79 yıllarında dayatılan Hilvan-Siverek komplosunu tekrar silahlı bir mücadeleyle karşılık vererek boşa çıkardık. ‘Türkiye solu’ eliyle dayatılan komploları boşa çıkardığımız gibi, aynı zamanda Kürt solculuğu adı altındaki sözüm ona KUK, ‘Beş Parçaçılar’, ‘Tekoşinciler’ gibi komplocu örgütleri de etkisizleştirdik. 1980’de bizzat 12 Eylül komplosu söz konusuydu, buna karşı zamanında tedbir alarak yurtdışına açıldık ve yine silahlı mücadeleyi doğru temelde geliştirme adımını attık. Aynı komploların yurtdışında da gelişmemesi için son derece inatçı bir savaş yürüttük. Semir komplosundan tutalım, neredeyse her yıl dayatıldığı gibi dayatılan kapsamlı bir komplo yılını daha boşa çıkardık. İçimize taşırılan düşmanın dolaylı veya direkt ‘ülkeye dönemezsiniz, PKK’yi yeniden kuramazsınız’ dayatmalarına karşı çok inatçı bir mücadele sergilendi. Provokatörler ‘bunların bir teki bile Kürdistan’a adım atamaz’ dediklerinde, ülkeye dönüş hamlesini yüksek bir biçimde başlatmayı gerçekleştirdik. Ülkeye ulaşır ulaşmaz dayatılan ‘Irak Komünist Partisi’ ve KDP’nin komplolarını önledik. 1984-85 yıllarında uluslararası dayanaklarıyla birlikte ‘Sol Birlik’ adı altında dayatılan, PKK’yi Avrupa’dan tecrit etme komplosuna karşı büyük bir savaş içine girdik. Hem ülkede, hem ülke dışında, hem de zindanda büyük direnişlerle karşılaşan bu komplo çabaları, yine büyük bir çabayla boşa çıkarılmaya çalışıldı. 1985-86 yıllarında özellikle başından beri sızdırılan kişiliklerle komployu sonuca götürme girişimleri karşısında yürüttüğümüz mücadeleyle, devleti tarihindeki en köklü başarısızlığa uğrattık. 1986’da artık komplo sahiplerinin teşhir ve tecridini kesinleştirdik. 1987’de bunlardan önemli oranda kurtulduk. 1987-88’de yeni komploları, özellikle zindan ağırlıklı geliştirilen komploları boşa çıkarmayla uğraştık. Yine dağlarda geliştirilen komploları da boşa çıkardık. Özellikle 1988’de neredeyse komploların tümünü tersine çevirdik. Devletin en çok umut bağladığı bu yılda, özellikle Avrupa’nın ilkel milliyetçiliğin gücüyle, hatta Kürt ve Türk solculuğuyla birlikte yürüttüğü bu komploları yenilgiye uğrattık. 1989’da bu anlamda komploculuğa büyük bir darbe indirerek partimizin önünü açtık. 1990’lara dayatılan zindanda başarıya ulaşmış komplonun elebaşını 1992’de parti içinde yakaladık, giderek teşhir ve tecridini gerçekleştirdik. Tabii bu işlerin hepsi çok büyük bir güç ve çözümleme kabiliyeti istiyordu. 1991’de de düşmanın, en üst düzeyde Özal’ın bizzat anayasa ilkesini bile gerektiğinde göz önüne getirmeyerek provokasyonlara yardımcı olma biçimindeki yaklaşımlarını etkisizleştirdik. Yine 1992 Güney savaşındaki komplo ve bunun içteki yansımalarını görmemiz söz konusuydu; 1993’te bununla mücadele ettik ve aştık. 1994’de içe dayalı komplocu etkileri tamamen aşma ve küçük komplocukları görüldüğü yerde ve zeminde silip süpürme işiyle uğraştık. Bu anlamda da tarihi boyunca komplolar ve darbelerle iş görmüş sömürgeciliği büyük bir başarısızlığa uğratma, PKK tarihinde çok çarpıcı bir biçimde başarılmıştır.
Bütün bu gelişmeler kongreler boyutunda da ele alınabilir. 1973 yılında grup olduğumuzu ilk defa ilan edip, gün yüzüne çıktık. 1978’de I. Kongre ile parti ilanını yaparak politik savaşımı karşılama kararı verildi. 1982’de II. Kongre ile birlikte ülkeye dönüşün kesin kararı verildi ve bunun adımlarının atılması gerçekleşti. 1986’da III. Kongre ile ’15 Ağustos Atılımı’nın sürekliliği ve gerillada ısrar kararlaştırıldı. 1990’da IV. Kongre ile gerillanın yaygınlaştırılması, bunun serhildanlarla bütünleştirilmesi, iç engellemelerin boşa çıkarılması ve ikili iktidar durumuna ulaşma sağlandı. 1995’te V. Kongre ile parti içinde olgunluğun yakalanması, ulusal birliğin sağlanması, iktidarlaşma ve ordulaşmanın sağlam zemine oturtulması ve savaşımın yenilgisini bekleyenlerin bunalıma sokulması gerçekleştirildi. Görülüyor ki, parti tarihi bütün bu konularda büyük bir savaşım tarihidir. Hepsinde de gelişme vardır ve bütün bunlar et ile tırnak gibi birbirine bağlıdır. Bu çalışmaların hepsi büyük bir ideolojik savaş ve bu savaşın dolaylı yansımaları olarak da değerlendirilebilir. Parti tarihini inceliyorsanız, bu yönlerini ana başlıklar altında kalın kırmızı çizgilerle beyninize kazımanız gerekiyor ki, sağlam bir tarih bilincine ulaşasınız. Kaldı ki her yıl için söylenecek ve yazılacak yüzlerce öykü ve roman var. Parti tarihinde üzerinde destan yazılacak birçok olay var. Biz bunların belki de yüzde birini bile yazıma geçiremedik, anlatamadık. Parti tarihi fazla bilince çıkarılmış ve yazılmış değildir. Üzerinde ne bilimsel ne de edebi çalışmalar fazla yürütülebilmiştir. Bu çalışmalar daha sahibini bekliyor. İleride koşullar elverirse, eminim ki her yıl için beş on ciltlik bilimsel, edebi ve diğer sanatsal değerlendirmeler ve çalışmalar ortaya çıkacaktır. Parti tarihine bu kadar kapsamlı yaklaşacak ve saygılı olacaksınız ki, bu büyüklükten payınızı alasınız ve bu büyüklükle yürüyesiniz. Bu büyüklükte ne kadar şehit var, ne kadar işkenceye karşı dayanma var, bunların adını bile söyleyemiyoruz. PKK fiiliyatta şehit kanıdır, işkenceye karşı direniştir, açlığa ve susuzluğa karşı direnme savaşıdır, büyük sabır, fedakarlık ve cesarettir. İnsanlık emelleri uğruna insanoğlunun tanık olmayacağı düzeyde, hiçbir bireysel çıkara yer vermeyen bir savaşımın adıdır. PKK tarihi, bir çok adsız kahramanın emekleriyle bugüne kadar getirilmiş bir tarihtir. Bu tarihi kesinlikle bu yüce değerlerin toplamı biçiminde görmek gerekiyor. Parti tarihini bütün bu değerlerin bir bileşkesi olarak yüreğinize ve beyninize kazıyamazsanız, hakiki bir PKK’li olamaz ve dolayısıyla büyük bir militan haline gelemezsiniz. Ben belki çok genel bir dökümünü yaptım; sizler mümkünse bu tarihin dökümünü katbekat daha fazla yaparak; PKK nedir, nasıl temsil edilir ve PKK’ye nasıl ulaşılır sorularına mutlaka yetkin cevaplar vermelisiniz. Aksi halde bu büyük tarihe hakaret etmiş olursunuz. Bu büyük tarihi böyle özümseyemezseniz, bu kadar büyük değere kesinlikle hakkını vermemiş ve layık olmamış olursunuz ki, bu da en sığ, en saygısız ve değersiz bir yaklaşım olur. Partimiz bu kadar yüce değerlere sahip olduğu halde bunları görmemek, hatta boşa çıkarmak, bireysel ve keyfi tutumları için kullanmak, üzerinde keyfi yönetimler geliştirmek veya tıkatmak ihanetten daha kötüdür. Hiç kimse hiçbir gerekçeyle parti içinde kendini böyle tutamaz. Bu yüce değerlere böyle yaklaşanlar çarpılır. Nitekim bunun örnekleri her gün ortaya çıkıyor. Bu tarih sıradan kullanılacak ve görmezlikten gelinecek veya görülüp de gerekleri yerine getirilmeyecek bir tarih değildir. Çünkü bu tarih bir iradedir, hem de en canlı yaşayan bir iradedir. Kim buna iradesini katmaz ve bu iradeyle kendini güçlendirmezse parti içinde savaşamaz. PKK büyük bir partidir ve çok geniş kapsamlıdır. Bu kadar çaba harcamama rağmen, PKK’ye layık olup olmadığımı kestiremiyorum. Unutmayın ki, biz çıplak yüreğimiz veya bireyciliğimizle savaşmıyoruz. PKK’de böyle bir savaşçılık yoktur. Bugün halen mücadeleyi yürüten ve bizi savaştıran güç bu partinin temel değerleridir, şehitleridir; birçok adsız kahramanın, köylünün, emekçinin ve aydının zindanda işkenceye karşı direnişidir. Bu değerler kutsaldır. PKK tarihinin her saatinin bir destan değerinde olduğunu kanıtlayabilir, PKK’nin her bir şehidinin de büyük bir kahraman direnişçi olduğunu belirtebilirim. Umarım partileşmeyi bu derinlikte ve bu kapsamda artık hem anlıyor, hem özümsüyor, hem de bir daha silinmemecesine bilincinize ve yüreğinize kazıyorsunuz. Parti her zaman en büyük değerdir. Şu anda halkımız, ulusumuz ve hatta insanlık için de onur duyulacak en büyük gerçeklik, PKK’de yoğunlaşan ve biriken bu gerçekliklerdir. Böyle bir partiyi aşındırmak, onun gereklerini yerine getirmemek gibi çok kötü ve lanetli bir duruma düşmek şurada kalsın, onu paylaşmak ve yaşamak en büyük tutku olarak hepinizde ifadesini bulmalıdır. Çünkü bu parti buna layıktır ve bunu an be an emreden bir partidir. Şehitlerin son vasiyetlerini kim unutabilir ve son nefes verişlerini kim göz ardı edebilir? O büyük direnişlerin anlamını kim unutabilir? Bu büyük zorluklarla, kıyamet kadar açlık, soğuk ve sıcakla savaşımı kim unutabilir? Bütün bu direnişler yüce amaçlarımız, insani amaçlarımız, ulusal ve sınıfsal amaçlarımız için gösterilmiştir. Bu konuda partililere düşen görev, en son temsilciler veya bayrağı en önde taşıyan militanlar olarak bu bayrağı yere düşürmemek ve daha da yükseklere kaldırarak karşılık vermektir. En önde savaşacak partililik veya partileşme böyle ifade edilebilir. Yoksa ‘partinin itibarı büyüktür, olanakları fazladır, onunla kendimi büyütür ve partiye dayatırım’ demek, bu partiye yapılacak en büyük hakaret oluyor. Partileşme, halk tarihimizin en yüce, ulusal kurtuluşun ve insanlığın da en anlamlı ifadesidir. Bu çok büyük bir direniş tarihiyle günümüze kadar başarıyla getirilebilmiştir. Yaşamımızı tamamen bunun içinde erittik ve ölümsüzlüğü bu parti içinde böyle geliştirdik. Buna katılan kişi en başta bu değerlere layık olmayı bilmelidir. Bu değerlere toz kondurmamalı, tam tersine daha da yücelmesi için katkısını sunmalıdır. Gerçek partileşme, PKK’lileşme böyledir. Böyle bir PKK’lileşme her zaman yücelmiş ve kazanmıştır. Kesin zafere gidecek PKK’lileşme de böyle olacaktır.
Reber APO
- Ayrıntılar
Büyük parti davamız, Amed’in Fis köyünde ne olduğu ve ne olacağı fazla belirgin olmayan bir grupla, en az donanımla ve fazla gelişkin olmayan iddialarla partileşmeye adım attığından günümüze kadar destansı diyebileceğimiz bir süreci yaşamanın adıdır.
Şüphesiz parti tarihimizin daha öncesi de vardır. 1973 baharı, partileşmemizin daha alt düzeyde rüşeym haliydi. Bu da ciddi bir adımdı ve daha sonraları her yılın kuruluş anlamında böyle bir yeri vardır. Nasıl ki her bahar yeşerme, filizlenme ve tohuma gelmede yeni bir yaşamın başlangıcıysa, partimizin her yılının da kesinlikle böyle bir anlamı vardır. Hem her yıl filizlenir, tohuma gelir hem de yalnız bir yıl için değil, ikinci yılda daha değişik bir ürün ve üçüncüsünde de daha değişik ve daha fazla ürün verir. Şimdi partileşmemizin on sekizinci yılındayız. Ürünleri çok çeşitlidir, hem de oldukça niteliklidir. PKK’yi bu zenginleşme içinde buraya kadar getirdik. Mücadelemiz salt ulusal kurtuluş ürünü, salt parti ürünü ve salt savaş ürünü değil, buna benzer bir çok ürün veriyor. Bugün sosyalizmin de en iddialı ürünlerini veriyor, kadın özgürlüğünün ürününü veriyor. Tarihte eşine ender rastlanan bir özel savaşa karşı ayakta durmanın ürününü veriyor. Karşısında tüm dünya da birleşse, zaferin kazanılabileceğinin imkanını ve ürününü veriyor. Bunlar, parti davasında iddialı olanların eşsiz hazineler olarak görüp değerlendireceği, sınırsız zafer umudu ve tutumuyla kendini silahlandıracağı büyük değerlerdir.
Parti davasının önemini anlayamamanız veya bütün kapsamıyla değerlendirip gereğini yerine getirememeniz, sizin için gerçek bir yetersizlik ve dolayısıyla bir üzüntü kaynağı olmalıdır. Bu aşamada, bu kapsamda parti ülküsü kadar hiçbir ülkünün ve değerli bir çalışmanın olacağını sanmıyorum. Ben çoğunuzun yaptığı gibi ne kitleler içinde, ne de sıcak savaşım alanlarında çaba harcama imkanına kavuştum. Ama bir parti üzerinde, bir partinin fikri örgütlenmesi ve özellikle kadro çalışması üzerinde yoğunlaştığımda ne destanlar yaratılabileceğini gösterdim. Bundan daha değerli bir çalışma olamaz. Çok zor koşullarda yürüttüğümüz bu çalışmanın bile nelere kadir olabileceğini şimdi görebilirsiniz. “Parti davası çok büyük bir olaydır, partileşmek en büyük bir güçtür” diyeceksiniz. Tüm gücümü partileşmekten alıyorum, benim başka güç kaynağım yoktur. Parti üzerine yoğunlaşmak, partinin ilkelerine göre yaşamak ve partinin örgütleşmesine güç vermek tüm güçlerin esasıdır. Bu çok açık. Parti kadroları olarak çalışmalara yüklenmek ve etkili olmak istiyorsunuz. Bunun yolu partileşmek ve ilkelerin gerekli kıldığı tarza ulaşmaktır. Bunu gösterdiğinizde güçlüsünüz. Bu ülkede, ordu içinde ve hatta tüm düşmanlarımıza karşı güçlenmenin başka yolu düşünülemez. Önderlik çizgisinin gücü, partileşmenin yoluna kendini yatırmanın gücüdür. Daha da açarsak; Önderliğin ilkeleri, bu ilkelerle tutarlı çabaları ve bu çabaları yerli yerinde, ustaca sergilemesi var. İşte Önderlik, işte başarı!
Son zamanlarda, “parti ölçüleri de, gerilla da aşındı, yurtdışında Avrupa’da yaşam aşındı” diyorsunuz. Bir PKK kadrosu için bu sözleri söylemek, söyleyip de acı duymamak, acı duyup da kendisine karşı savaşmamak kadar tehlikeli bir tutum olamaz. Ama ne yazık ki, sadece bunları söylemekle yetinmiyor, olumsuzu da yaşıyorsunuz. Bana göre kaybetmenizin en temel nedeni budur.
PKK’nin bütün şehitlerinin anısına belirtirim ki, partileşmek kadar değerli hiçbir çaba yoktur. Parti ölçülerinde ısrar, parti yaşam tarzında ısrar, parti görevlerinde ısrar, cephede kazanacağınız en son nihai zaferden bile daha değerlidir. Nihai bir zafer gelip geçicidir, belki ardından bir yenilgi de gelebilir, ama kapsamlı bir partileşmenin önünde her zaman başarı vardır ve bu başarı süreklidir. Kapsamlı partileşen nihai zafere kadar kazanır. Onun için zafer kişiliğinde ısrarlı olan, öncelikle partileşmenin tüm gereklerine ulaşmalıdır. Buna anlam vermek için fazla söze gerek yok. Benim pratiğime bakın; daracık bir yerde ve çok kısıtlı olanaklarla yürüttüğümüz parti çalışmaları bugün bizi nereye getirdi, nerelere taşırdı. Başarılarımızın ne kadar olduğunu hesaplayabiliyor musunuz? Parti tarihinden öğreneceğiniz en temel husus; bütün başarıların sırrı partileşmededir, partinin ölçülerine, tarzına, temposuna, ahlakına sahip olmada karar vermededir ve bu kararda ısrardadır.
Parti tarihinin dönemleri, her yılı ve hatta her saati vardır. Her bir saati kesinlikle diğerinden daha değerlidir. Bir zincirin halkaları gibi sürekli göğe yükselen helezonvari sütun gibi hep birbirini ilerletir, amacına ulaşıncaya kadar dur-durak bilmez, kopukluklar, sistemsizlikler yoktur, tarz-tempo kesindir, düşmanın ulaşamayacağı ve dağıtamayacağı kadar güçlüdür. Küçük bir tohum olarak serpildiğimizde onun çürümemesi için gereken yapılmış, en önemlisi de düşmandan korunmuştur. Yani bu tohum sert bir rüzgardan kurak kalıp çürümekten korunmuştur. Bu, üzerine titreyerek, bir ananın çocuğuna olan bakımından daha fazla bakarak gerçekleştirildi. İdeolojik çalışmayı bunun için geliştirdik. Düşman tehlikelerinden uzak olmak için gizli tuttuk ve bu başarıldı. İdeolojik gelişme süreci kesinlikle olmazsa olmaz kabilinde bir süreçti. Ondan önce bu halkta sadece kendinden utanç duyma vardı. Toplum, bireylerine kadar parçalanmıştı ve dolayısıyla zayıflığı vardı. Toplumda iddia, karar ve bir araya gelme hiç yoktu. Kardeş kardeşi bile kabul etmez ve bir arada bir saat tutamazdı. İdeolojik hamle sürecimiz buna bir son verme süreciydi. Yıllarca inkar edilmiş “ben bir daha sana gelemem, ben bir daha seninle yaşayamam” denilen toprağımıza ve insanımıza bir bakıştı. Birbirlerine hain gibi bakanların dost gibi bakmaya başlamalarıydı. Birbirlerine müthiş yabancılaşmış olanların tanışmışlığa gelmesiydi. İşte ideolojik gerçeklik budur ve bu bakış yaratıldı. Dost bakışı, birlik bakışı, ruh yakınlığı ve ülke bakışı oldukça önemlidir. Yürümeden önce bakacak, yapmadan önce de göreceksiniz. Bunlar olmadan tek bir adım bile atılamaz.
Örgütlenme yürüyüşe geçmedir; bakış açısı yaratıldıktan ve verilmesi gerekenler tespit edildikten sonra ona yürümedir. Toprağa ve halka yürüyüş tek kişiyle değil, ancak örgütle olur. Bakışlarımızda tutarlıysak görmemiz gerekenlerle birlikte yürüyeceğiz. Çünkü ulusal amaç, bir avuç hainin ve onda ısrar edenlerin dışında herkesin amacıdır. Özgürlük, bir halk içindir, herkes içindir ve dolayısıyla herkesin yürüyüşünü gerektirir. Örgütün gereklerini yerine getiremeyenler yalancıdır; örgütle yürüyemeyenler hem bakış, hem de yürüyüş yoksunudur. Bu kişiliklerin ülkesine ve halkına bakışı yoktur. Bunlar kördür, kendilerini körce veya sersemce yürütebileceklerini sanırlar. Biz bu yılları kısa aralıklarla yaşadık.
1980’lere merdiven dayadığımızda, toprağa yürüyüş ve halka ulaşma asgari düzeyde gerçekleşmişti. Bu, ideolojiden politikaya aşama yapıldığı, politikanın doğru olduğu, halk yürüyüşünün gerçekleştiği ve politik anlamda özgürlük savaşımın artık başladığı anlamına gelir. Bakış açısını yok eden, “senin ülken ve halkın yoktur” diyen güç, bakışın oluştuğunu ve politikanın başladığını görünce, tek ferdimiz kalıncaya dek bizi yok etmek için bize karşı faşist bir süreci geliştirdi. 12 Eylül son tahlilde bu bakış açımızın ve halk yürüyüşümüzün yok edilmeye çalışılmasıdır. Bu savaş, büyük ve özel bir savaştı. Biz, 12 Eylül’ün ayak sesleri geldiğinde yurtdışına çıktık. Yürüyüşümüzün kesilmemesi için bu bir taktikti. Taktisyenler, ayak sesleri bile çok uzaklardan gelirken, bizim neden bu adımı attığımızı kendilerine sormalıdırlar. 12 Eylül’ün ayakları altında nasıl ezilmeyeceğiz diye adeta iliklerimize kadar titriyorduk. Sorumluluk duygusu budur. Yüreklerimizin, bu bakış yok olmasın ve bu yürüyüş kesilmesin diye nasıl sık attığını acaba düşünebilecek misiniz?
Bu süreçte yakalanırsam kopan sadece benim yüreğim olmayacak, bir halkın yüreği olacaktı; karartılan bakışlar sadece benim bakışlarım olmayacak, kendi toprağından özgürce ve ulusalca bakması gereken bir halkın bakışları olacaktı. Bu nedenle kendimi korudum; korumak ve yaşatmak için de kendimi iğne ucundan geçirme taktiğini uyguladım. Bunun için dur-durak, kendini yere atmak ve ucuz ölüme terk etmek olmazdı. Çünkü bende gören göz artık bir halkın gören gözüdür, bende atan yürek bir halkın yüreğidir. Buna nasıl ihanet edilebilirdik ki! Eğer gerçek böyleyse, milyonlar yüreğinizde atıyorsa, gözleriniz milyonların gözleriyse ve büyük görüyorsa; o kişi duramaz ve görmezlik edemez. İşte biz böyle yaşamaya başladık. Partinin bakıştaki iddiası ve soluksuz yürüyüşü böyle anlamlıdır. Gelişmeyi biz böyle sürdürdük. Çoğunuzun halen anlamadığı bu gerçeklik, bizim yürüyüşümüzde veya partimiz adına bende böyle gelişti ve böyle anlam buldu. Halen bu bakış açısına ve yüreğe sahip olamayanlarınıza şaşırıyorum. Bu, ne kadar acı ve ne kadar iflah olmaz bir durum. Partimiz adına yapılanlar düşman çizmesiyle yerle bir edilmek istendiğinde, buna karşı bir savaşçı yetiştirmek için canımızı dişimize takıyorduk. O süreçte arkamda yer alanlar, “bir daha ülkeye dönüş mü” diyerek dalga geçiyorlarmış. Kendini en fazla sorumlu tutması gerekenler böyleydi. Fakat yapılacak başka bir şey yoktu. Bir savaşçı yetiştirmek için o zamanlar bunun dışında bir şeyle uğraşmak mümkün olamazdı. Her şey oradaki ısrara bağlıydı. Tarihi kaybetmek istemiyorsanız, yüreğinizin sökülüp kurutulmasını istemiyorsanız savaşta ve savaşçıda ısrarlı olacaksınız. Hiç kimse bunun anlamını bilmedi, “neden bu arkadaş bu kadar ısrarlı” demedi. Israrlı olmak gerekirdi, çünkü bu başarılmasaydı geriye hiçbir şey kalmıyordu.
Şimdi sizin bakışlarınızda ve yürek atışlarınızda bu noksanlığı görüyorum. Çokça söylendiği gibi, trene bakan gibi mi, mandanın yürek atışı gibi mi sorularını soruyorum. Eğer benim gibi bakılsa ve duyulsa, eminim ki o çabanın önünde hiçbir engel duramaz. Hele parti görevlerinde, savaş görevlerinde böyle başarısız ve çaresiz de kalınamaz. En çok hayıflandığım bir konuda budur. Bunlardaki bakışlar kimin, bu toprağa nasıl gitmişler? Özgürlükle iç içedirler, ancak bir keçi kadar bile orayı sevemiyorlar. Cudi dağındaki keçinin Cudi dağına sevdası daha fazladır. Ama oradaki gerillanın bu dağlara bağlılığı henüz gelişmemiştir, buna öfkeliyiz. Yürekleri sanki manda yüreği kadar duyarsız. Orada bir tarihin canlandığını, orada bir özgürlüğün adım adım geliştiğinin farkında bile değiller. İşte hayıflandığımız durum budur. Buna hiç mi hiç saygılı olamadılar ve her zaman büyük öfke ile karşıladılar. Bana göre bu büyük bir suçtur.
Siz savaşanlar bunun bizdeki hikayesinin nasıl geliştiğini bile bilmiyorsunuz. O zaman hangi yürekten bahsedilebilir? Bizim bakış açımıza dahi ulaşmamışsınız. Böyle olunca bakışlarımız size hiç güç veremez ve onun sonucu olarak da tarzınız-temponuz düşer. PKK’yi anlayamadınız, PKK’nin bizim tarafımızdan yürütülüşünü göremediniz, duyamadınız. Onun için şimdi de fitne-fesat topluluğu haline geldiniz. Bu da bize yapılabilecek en büyük kötülüklerden birisiydi. Sizin bu bakışsız ve yüreksiz yaklaşımlarınızdan dolayı çektiğim zorlukları ve buna duyduğum öfkeleri düşmanın en büyük seferlerine karşı bile duymadım. Hele hele ülkeye adamakıllı yerleşmenin, onun havasını solumanın, sadece ülkeyi görmenin değil onu yaşamanın da gerçekleşmeye doğru gittiği, halkla kaynaşmanın ve bayramlaşmanın imkan dahiline girdiği bir süreçte halka dayatmalarda bulunmanız, sanki ülke yaşanılamayacak ve kaçılacak bir yermiş gibi davranmanız kadar beni öfkelendiren hiçbir tutum yoktur. Bu en lanetli tutumdur.
Biz o yıllarda tarihimizin en önemli ve bizim için tek yaşam yolu olan savaşımı başlatmıştık. 15 Ağustos Atılımı’nın öncesi ve sonrası öyle nefes nefese geliştiriliyordu ki, bunun tüm zorlukları benim için bir hiçti, hatta zorluklar beni daha da kamçılıyordu. Ancak bazıları “bu çabaların üzerine nasıl konulur, onların ürünü nasıl ele geçirilir” diyordu. Bu ne vicdansızlıktır, bu ne saygısızlıktır. Savaşı anlamamak, savaşın tarihini böyle anlamak ne kadar büyük bir yanlışlık, büyük bir yürekten yoksunluk, saygıdan uzaklık ve verilen çabayı hiç anlamamaktır. Sizler bunu nasıl yaptınız? Savaş komutanları, savaş birliklerinin başında yer alanlar neden bunu anlayamadılar? Savaş tarihine hiç anlam vermemek, bir silahın elde edilişinde kimlerin ne kadar rol oynadığını, onlarca silahın nasıl temin edildiğini, bir savaşçının yetiştirilmesi için yıllarca sürdürülen çabayı, bir ülke uğruna günde beş-on kişiyi kaybettiğimizi bilmemek sizi ancak lanetli yapar. Bu anlamda siz, parti tarihini anlamak şurada kalsın, adeta kara bir leke gibi ortamımızda yer işgal ediyorsunuz.
Partinin savaş tarihini anlamamak büyük vicdansızlıktır. Oysaki bu süreci başlatmamız mucizevi bir olaydı. Tarihte hiçbir Kürt isyanı bir kaç aydan öteye gidememiş ve hepsi de baş aşağı gidişin bir adımı olmuştur. Bizim başlattığımız mücadeleyle ilk defa giderek yükselen ve başarı umudu veren bir süreç yakalanmıştır. Bunun en büyük sorumlulukla değerlendirilmesi, bir yapı taşı da benden dercesine bir çaba gösterilmesi gerekirken, “savaş kurallarını gevşetelim, olanakları çarçur edelim, bu komutanlık sayesinde kendi güdülerimizi tatmin edelim” dediniz. Bu en büyük düşkünlüktür. Adı, ünü ne olursa olsun, eğer tarih bir gün bana sonucu gösterirse, zaferi yakalamış birileri dahi olsalar bu kişilerden hesap soracağım. Daha önceki yıllarda o kadar şehit gömülmüş ve o kadar umut dirilmiş ki, bunlara hakkını vermemek mümkün değildir. Bu anlamda, bu yıllara anlam verip vermediğiniz konusunda kendinizi gözden geçirin.
Karşımızdaki özel savaş fırtına gibiydi. Çok iyi biliyorum ki, özel savaşın arkasındaki güçler şunu söylüyordu; “bunları bin yıldır yerle bir ettik, ama daha ölmemişler, içlerinden başkaldıranların ve ‘ben yaşamak istiyorum’ diyenlerin başını ez.” Bin yıllık tarihleri onlara bunu dayatıyordu. Sırf o olumsuz tarihi kurtarmak için bir hücum dalgası daha; küfürle, savaş tarihinde hiç yeri olmayan özel savaş yöntemleriyle yüklen ha yüklen! Şunu belirtmeliyim ki, “savaşmak istiyorum, gerilla olacağım” diyenler, eğer bize ve kendilerine saygı duymak istiyorlarsa, düşmanın bu dalga dalga gelişimini görmelidirler. En önemlisi de büyük emredici olarak uyanan yaşam umutlarına mutlaka sahip çıkmak ve ölümcül olan yanlışı, yetersizliği de gidermenin büyük çabası içinde olmak gerekiyor. Bunu yaşamadan, bunun gerekliliğini hissetmeden nasıl savaşacağınızı sanıyorsunuz? Yürekleriniz neden böyle kaskatı kesilmiş? Utanmadan, sıkılmadan halen karşımıza bir savaş adayı, hatta komutan adayı olarak dikiliyorsunuz. Sıkça bunlar da kim diye kendi kendime soruyorum.
Kendimi dağlara sizin gibi taşırma ve geniş halk yığınları içine girme imkanım da olmadı. Ama küçük bir mevzide kolay kolay zapturapta alınamaz yaşamımı davamız uğruna yatırdığımda neler yaptım. Peki siz ne haldesiniz? Bunları değerlendirmeniz gerekiyor. İyi bir komutan, hele namuslu ve şerefli bir savaşçı olmak kolay değildir. Eğer savaşa inanıyor ve “savaşa varım” diyorsanız, hesap verecek bir durumunuz olmalı. Ben hatırınızı kırmamak için sizleri kovmuyorum. İnsanları kovma gibi bir özellik benim tabiatımda yok ve kimse de beni kovamaz. Savaşın şerefiyle, onuruyla, amaçlarıyla ve sizdeki tarihiyle oynuyor, hatta bunu görmezlikten geliyorsunuz. Ben bunu kabul edemem. Bana biraz saygınız varsa bunları anlamak zorundasınız, ancak anlamıyorsunuz. Size açıkça gösteriyorum ki, bu savaşı belirttiğim çerçevede yürütüyorum, öyle sandığınız ve kendinizi aldattığınız gibi değil.
Görkemli On Sekiz Yılımız Amansız ve Aydınlıklı Mücadele Yıllarıydı
PKK tarihi çok kapsamlı ve yeniliklerle dolu olduğu için, en önemlisi de PKK tarihini anlatılmaz kıldığınız için onu anlatmaya gücüm yetmiyor. Bu büyük tarihe yanaşmadığınız, bu büyük tarihi kirlettiğiniz ve hataya bu kadar müsait olan çarpık kişiliği dayattığınız için size öfkeleniyorum. Size rica ediyorum, bir an önce bu tarihin önünde engel olmaktan çıkın, çünkü hızımı kesiyorsunuz. Yoksa bu tarihin önünde ezileceksiniz. Bu tarihe göre yiğitlik mümkün değil mi? PKK’nin her birisi bir abide değerinde anlam ifade eden bu kadar şehidi olacak, bunun karşısında sizin bu kadar çarpıklığınız olacak! Bir halkın yaşam olanağı bıçak altında olacak, buna karşın siz bu kadar duyarsız olacaksınız! Olanaklar savaşı bu kadar amansız olacak, siz bunları bu kadar çarçur edeceksiniz! Bu değerler karşısında böyle kolay duruşa geçilmez, hele sizin gibi hiç durulmaz. Bu kadar hatayla, yetmezlikle parti davasında kalınmaz, kalınırsa size, “düşmanlık yapıyorsunuz” denilir. İnsan bu tarihe karşı nasıl düşmanlık yapar? Eminim ki, düşmanın bir ajanı burada olsaydı, ben onu yüreklendirir ve kendimle yürütürdüm. Dolayısıyla, PKK tarihine doğru dönüş yapacak ve doğru anlam vereceksiniz. Bu yıldönümü dolayısıyla çok açıkça belirtebilirim ki, bu tarihe böylesine bir dönüşü yapmayanlara ve hakkını vermeyenlere benim hiç saygım olmadığı gibi, metelik kadar değer bile vermeyeceğim. Parti tarzına göre olmak benim için her şeydir. Böyle olan benim yüreğimdir, ruhumdur ve sevgimdir. Biz zaten bunlar için varız. Başka türlü bizi kimse kullanamaz ve kimse bu değerleri paylaşamaz.
1990 sonrası, halkın mücadeleye daha köklü kalkışması ve cesaret etmesi vardır. Serihildanlar döneminde ARGK’nin, yani ordumuzun hızla elli binlere tırmanma imkanı doğduğunda artık bu, yüreğimize sığmıyor ve çalışmalarda sınır tanımıyorduk. Şu daracık sahamda dört bin kişiyi eğitiyorum. Yurtdışının çok az imkanları var. Siz ülkedesiniz, ülkenin her bölgesine akın akın savaşçı geliyor; kitlelerle de iç içesiniz, ancak kitleyi uzaklaştırıyor, kaçırtıyor ve çok kolay imha olmalara terk ediyorsunuz. Bu tarihte bunun kadar öfke verici bir şey düşünülemez. Düşman bu yıllar için daha yeni yeni şunu itiraf etti; “1992’lerde Kürdistan’ı kaybetmiştik.” Karşımızdaki kontrgerillacıların tüm iddiası şu; “biz kaybedilen Kürdistan’ı yeniden kazandık.” Buna kim yol açtı? Gerçekten kazanmaya doğru giden bu Kürdistan’ı ve bu devrimi kim kaybetti? Bunu ciddiyetle kendinize soracak mısınız veya tarih karşısında kendinizi sorgulama cüretini gösterecek misiniz? Bu büyük kazanmanın imkan-olanaklarını görme ve gerektiği kadar bunu işleme görevini anlayacak mısınız? Bu görevi yapamadığınızda düşmana nasıl kazandırdığınızı görecek misiniz? Bunları görmeden yürek büyütülemez, düşünce geliştirilemez, askeri stratejiye ve taktiğe anlam verilemez. Ne yazık ki, bu yaramaz ve yetmez kişiliğinizle bu tarihi her yerde kırk defa yenilgiye uğratacak hale getirdiniz.
Yıllık çalışma bilançom; yalnız bu sahada binlerden aşağı olmayacak savaşçı ve PKK kadrosunu yetiştirmeye çabalamak ve tabii bir de bunları silahlandırmaktır. Dünyadaki hiçbir kurtuluş hareketinin tarihinde bu görülmüş müdür? Bütün yurtdışı alanlarında çalışan önderlerin örgütlediği insanların sayısı yüzü bulmamıştır. Oysa ben bu süreçte kendi elimle yalnız otuz bini aşkın insan yetiştirdim. Bu işe meteliksiz başladım, ancak daha sonraları trilyonlarla para harcayarak hepsini silahlandırdım. Sizler ise, “ne de olsa yağmur gibi olanak ve savaşçı geliyor” diyerek bu imkanları çarçur ettiniz. Bunu Botan’da, Amed’de, kısacası her yerde yaptınız. Şimdi bazıları Güney’de bunu yaparak, o yaramaz ve sefil ruhlarını sözüm ona orada doyuracaklar. Her yıl dayattığınız yenilgileri size rağmen karşılayarak dayandık. Benim için savaş bitmedi, tam tersine geçen savaşları bir hazırlık süreci olarak değerlendiriyorum. Diplomasiden savaş cephelerindeki çalışmalara kadar her şey bir hazırlıktan ibarettir. Ve kendimi bu hazırlıklar temelinde yeniden mücadeleye verdim.
Düşman benimle savaştı, siz de ağırlıklı olarak düşmana karşı savaştınız. Bu konuda emeğinizi inkar etmiyor, tam tersine çabanızı sizden daha fazla takdir ediyoruz. Bizim öfkelendiğimiz husus, kendinize yaptığınız saygısızlık ve emeğinize değer biçmemenizdir. Bu konuda öfkelenmenize hiç gerek yok. Kendisine saygısızlık edenlerin ancak kendisiyle savaşma hakkı vardır, vereceği hiçbir sözü de yoktur. Biz bu anlamda sizlerle de savaşarak hazırlıklı hale geldik. Düşmanın bugün çıldırdığı bir konuma gelmesinde benim tarzım sonuç almıştır. Daha düne kadar, bizzat düşmanın içinden gelen bir bilgi şuydu; “Devleti de toplumu da bu hale getirenler başarısızlar, sizin kişiliğinize suikast yaparak kendi kurtuluş yollarını arıyorlar, aman kendinize dikkat edin. Kire bu kadar bulaşmış olanların aklanmaması için kendinizi yaşatın.” Bunu siz değil, düşman cephesinden biri belirtiyor. Biz bu savaşı biraz böyle geliştirdik. Kirli savaşın yürütücüleri kendi toplumuna, hatta kendi devletinin de başına bela getirerek bu sonuca ulaştı. Büyük insanlık savaşımımız, kendimizi büyük inatla buraya kadar getirişimiz düşman cephesini parçaladı ve kirli savaşçıları kendi içlerinde bile taşınamaz bir yük haline getirdi.
Düşman çözülüyor, eğer siz yanlış tutumlarınızla yardımcı olmazsanız yenilecekler. Bu da kaçınılmaz bir yenilgidir. Düşmanın en çok umut bağladıkları sizlersiniz, “mücadele eden bir kişi var, onu öldürürsek bizim savaşmamıza hiç gerek yok, geriye kalanlar zaten kendileriyle savaşıyor” diyorlar. Zaten siz, Ana Karargahımızda bunu kanıtlamadınız mı? Halen bazı raporlarda, “bölüğü dağıtıyorlar” deniliyor. Bugünkü düşman basını bile bunu söylüyor. Kirli özel savaş çetesinin en büyük umutları sizler oluyorsunuz. Benim ölüp ölmemem veya ben ölsem de savaşın yürütülüp yürütmemesi ayrı bir konu. Savaşımımızı kendi ölümümüzle sınırlamıyoruz. Ama düşman için böyle umut olmak sizin için en büyük ayıptır, şerefsizliktir. Bu durumunuzdan kurtulmanın tek yolu bir an önce bu düşmandan kurtulmaktır. Hiç kimse “bu kadarı banadır, bu kadarı bana değildir” demesin. Herkes bu suçta çok büyük bir sorumluluk payına sahiptir.
Siz fazla yorgun değilsiniz, çok genç ve oldukça atılım yapabilecek durumdasınız. Hem büyük bir şansa sahip, hem de savaşın olanaklarına hakimsiniz. Fakat bunun üzerine bu son yıllarda görüldüğü gibi, “ele geçireyim, kendimi yaşatayım” diye hesap yapılmaz. Bunun düşmanın yapamadığını yapmak anlamına geldiğini zaten düşman size söylüyor, ben söylemiyorum. Bu, savaş hainliğinden daha kötüdür. Çok özel bir kontra bile, iç cephede karşıt savaş yürütme ve bizi bitirme işini bundan daha tehlikeli yürütemez. “Keyfimiz, benliğimiz, yaşam hakkımız” diyeceksiniz, böyle yaşam hakkı, böyle bencillik mi olur? Bu yaptığınız bencillik bile değil, güdülerine körce takılıp gitmektir. Bu kadar küçük amaçlar için savaşılır mı? Sizin suçunuz bu kadar bencil davranarak savaşta yalnız kendi komutanızı görmek, savaşın tümünü görmemektir. İliklerinize kadar böylesiniz. Böyle savaşılmaz, bu olsa olsa düşman adına savaşmadır. Düşmanın bu kadar bel bağladığı kişiler artık benim için değersizdir. Halkların huzuruna başarıyla çıkma, halkların tarihine, hele bizim halkımızın biricik özgürlük umuduna böyle başarıyla yaklaşma imkanı doğmuşken, siz kimin adına böyle kalabilir, kimden bu cesareti alabilirsiniz? Bunun kör bencilliğinizden, egoizminizden başka bir izahı var mı? Çok çürümüş, bitmiş tükenmişliğinizden başka bir izahı var mı? Düşman buna umut bağlıyor, çürüyen ve dökülen düşmana böyle umut olmak kimin haddinedir.
Demek ki, çok zor olduğu kadar anlamlı olan önümüzdeki bu tarihi savaş sürecine önderlik tarzımızda yürürken, böylesine görkemli olan mücadele tarihimizi arkamıza almışken, özel savaş cephesinde de insanlık suçu işleyen bu düşmanı karşımıza almış ve bu laneti yok etmek üzereyken herhangi sıradan bir savaşçı gibi, hele hele birçok hata işleyen bir komutan gibi olmanın izahı yapılamaz. Sonuna kadar yenme azmimi, kararlılığımı, en azından verdiğim emek kadar çabamın amansızlığını, tecrübemin gücünü ve bizzat kazandığım mevkileri göz önüne getirerek bu sürece varım diyorum. Sizler de bu işin komutasız olmayacağını düşünüyor ve “başsız yürünmez” diyorsanız, o halde benim varolma tarzıma göre “varım” diyeceksiniz. Özellikle orduda bu kesinlikle böyledir. Yetki alıp kendinizi yaşatmayı asla bir daha değil dilinize, beyninize bile getirmeyin. Bu yetersizliklerle ve yanlışlıklarla değil bizden izin almak, semtime bile uğramayın.
Burada şunu görüyorsunuz; biz parti davasında da, ordu davasında da zayıf değiliz, hükmetmeme gibi bir konumda da değiliz. Bunu görmeme gibi bir durumunuz yok. Size büyük bir şans verilmiştir, oysa siz bunu yanlış anlıyorsunuz. Özgürlük davası öyle kolay değildir. Tarihin bu adlaşma süreci sıradan bir süreç olarak ele alınamaz. Bu mücadelenin iki kelimelik fikri bile beni büyük heyecana getirdi ve mücadele öyle başladı. Bugün başarı bu kadar gerçekleşmeye doğru gitmişken, insan hiç heyecansız durur mu, hiç hücumsuz kalabilir mi, anlayışsız olabilir mi? Bu dönemler kartal kanatla uçma dönemidir. Bu dönemler, yüreğin sonuna kadar haykırdığı ve yaşama hakkına hiçbir dönemde bu biçimde yaslanılmadığı bir dönemdir. Bu dönemler bayram dönemleridir. Sadece ulusal amaçlarımız için mücadele etmiyoruz, sosyalizmimiz dünya halklarının ilgisini çekiyor. En köhnemiş kapitalist ülkelerin aydınlarında bile bir umut yaratıyor. Katliam altındaki bir halkın devrimini başarmakla kalmıyor, en gelişmiş uluslardaki umutsuzluğa da umut oluyoruz. Parti ve savaş gerçeğimiz budur.
Bu şanlı on sekiz yıla büyük değerler sığdırılmış ve en önemlisi de büyük bir patlamanın özgürlük şafağının çarpıcı aydınlığına gelip dayanılmıştır. Her kim ki bunun heyecanını yürekte duymuyorsa, o büyük bir sefil veya münafıktır. Ona hiçbir derman artık çare olamaz. Ama insanın yaşamla, halkıyla ve insanlıkla bağı varsa bu dönemler bayram dönemleridir. Biz bunu, yaşamı bir sigara dumanından veya insanlığın o ilkel dönemlerdeki toplayıcılıkla karın doyurmadan ibaret görmeyenlere söylüyoruz. Ve insan olmanın yüce değerlerine sonuna kadar sahip çıkmanın bir gerçekleşmesi olarak anlam veriyoruz. Bu yılların mücadelesinde haklıyız, haklılığımızı bu yılları kazanıp mücadelenin ürünlerini çok zenginleştirmekle ve bollaştırmakla gösteriyoruz. Mücadele etmenin fikri güzel, maddesi güzel, bundan daha değerli ne olabilir ki. Öfkesi yerinde, sevgisi yerinde, bundan daha yerinde olan ne olabilir ki. İşte size böyle bir yücelikler dünyası veriliyor, bundan daha yüce ne talep edilebilir ki. Parti bu kadar büyüktür ve bunları size, en çok hayata geçirmek isteyenlere sunmuştur. Bundan daha değerli armağan ne olabilir ki. Bunu anlamayan, takdir etmeyen, çok bireyci ve keyfince güya yemek isteyenler kadar zındık olan, hırsız olan kimdir.
Sizlere sunulan şehitlerimizin kanıdır, böyle yüceltilen değerlerin altında yatan adsız milyonlarımızın emeğidir. Bunun kadar kutsal karşılanacak bir değer var mıdır; bu değerlere kadir bilmezlikle hiç yaklaşılabilir mi? Görüyorsunuz ki, parti tarihinin bu on sekiz yılı görkemli, amansız, öfkeli, aydınlıklı, savaşlı, başarılı ve trajik olaylarla geçmiştir. Bunların hepsini iç içe yaşıyoruz. Önümüzdeki günlere büyük bir aydınlıkla ve büyük bir başarı umuduyla ulaşılacaktır. Bu temelde sizleri, tüm PKK’lileri ve onun dostlarını, tüm halkı, her cepheden savaşanları böylesine büyük bir dava partisine, yenmeye doğru ve yenilmezliğe götüren partiye sahip çıkmaya, onun başarısı için bütün yeteneklerinizi bir kez daha göstermeye, imkan-olanakları doğru parti taktikleriyle, en başta onun savaş stratejisi temelindeki gerilla taktikleriyle, döneme uygun planlanmış hazırlık tarzıyla karşılamaya çağırıyoruz. Mücadelenin birinci dereceden sorumluları olarak en başta parti militanlarını bu süreci ideolojik, siyasi, örgütsel yaklaşımlarla karşılamaya; parti içinde, yaşamında ve öncülüğünde onunla uyuşmayan ne varsa silip süpürmeye; doğrular için ne gerekiyorsa onun savaşımını ve başarılı çabasını vermeye çağırıyoruz.
Bu temelde kaybettiğimiz yılları bu eşsiz şansla yeniden değerlendirmeye ve mutlaka başarmaya; affedilecek yanlarınız varsa, kendinizi hızla ıslah ederek çalışmalara katılmaya; başarmak isteyip de başarmamak durumunuzu gidererek yine önünüze verilen bu imkanları ve parti yetkilerini yerinde, yeterlice değerlendirmeye; on sekizinci yılı kendi yaşamımızın tek büyük davası haline getirmeye çağırıyoruz. Bundan sonraki yılları emredilen ve oldukça yakın olan zafer şiarı temelinde yakalamaya; bu temelde kendinizi amansız yoğunlaştırmaya, zaferi kaçırtacak tek bir yetersizliğe fırsat vermemeye ve bu yılları mutlaka zafer yılları haline getirmeye çağırıyor, başarı diliyoruz.
-Yaşasın PKK!
26 Kasım 1996
- Ayrıntılar
Bugün 10 Kasım ideolojisine veya gerçekleştirdiği Cumhuriyete, onun yaşam tarzına, özel savaşına karşı savaştığımız Atatürk’ün 60. ölüm yıldönümünün anıldığı gün oluyor.
Bizim buradaki anış tarzımız; ne bir laneti duygusal bir tarzda çağrıştıracak, ne de bu kişiliğin, kimliğin gerçeğimiz karşısında anlamlı rolü nedir, bunun göz ardı edilmemesini önemli kılacaktır. Türkiye’de de artık en doğrusu “anmak değil, anlamak gerekir” diyorlar. Biz de çok daha derin anlama temelinde, bu dayatılan güne bir cevap verebiliriz. Belki de çağdaş tarih, -bizim için tarihin tümüyle bitmesi anlamına geliyor- ve en önemlisi de halen çarpıştığımız sosyal ve ulusal gerçekliğimize karşı damgasını vuran kişiliği çok güncel olarak yine çözme gereği duyuyoruz. Biz ölü bir Atatürk’le değil de, canlı bir Atatürk’le karşılaşmayı isterdik. Yine çok derinliğine anlaşılmış bir biçimde ne yapılması gerektiğini bilmeyi, yapmayı isterdik.
Kemalizm’in kendisi bir fetişizm, kendisi bir paradoks, bir çelişkiler yumağı. Katliam öğelerinden tutalım, her türlü faşist diktatöryel, çağ dışılığı kadar en ilkel barbarlık kadar, çağdaşlığı da böyle maske tarzında birleştirmeye veya çok otoriter, güçlü görünmesine rağmen, en zaaflı kişilik özellikleridir. Aşiret şovenizmini bile geride bırakan bir ulus şovenizmi kadar, ulus inkârcılığını ulusların, kültürlerin inkârcılığını içeriyor. Kendini tarihin temeli görmesine karşın büyük bir tarihi inkâr anlamına geliyor. Çağdaşlaşmayı çok söylemesine rağmen en büyük çağ dışılığı temsil ediyor. En büyük ulusalcılık kesilmesine karşılık birçok ulusun rahatlıkla tasfiyesine karar verebiliyor. Bu kadar moral ölçüleri, felsefi, bilimsel ölçüleri çelişkili olan bir kimliği ve onun oluşturduğu bir Cumhuriyeti; onun da egemen kıldığı bir siyaseti, bir sosyal gerçekliği, yaşam tarzını büyük bir savaşımla çözmeye çalışıyoruz. Fakat halen bunun altından tam istediğimiz gibi kalkamamak kadar direkt Kemalizm'e karşı savaşımdan da öteye, dolaylı etkilerinin felç ettiği, büyük bir bela haline getirdiği kişiliklerle savaşıyoruz. Denilebilinir ki, sınıflar savaşımında, sosyalizm savaşımında, karşı devrimin veya burjuvazinin en etkili silahı olarak Kemalizm dünya çapında bir etkiye, öneme sahiptir. Ulusal kurtuluşta da en büyük çelişkiyi ve çözümsüzlüğü temsil etmektedir. Bunların etkisi kişilikleriniz üzerinde çok çarpıcı bir biçimde yaşamakta. Çözümsüzlük burada; kişiliğinizde, tarzınızda.
Son süreçlerde adeta kendimizi büyük bir öfke kaynağı haline getirmiş bulunuyoruz. Kaynağını araştırıyoruz, kimlik kişilik sorununda karşımıza şüphesiz Kemalizm’in etkisi kadar onunla birleşen bütün insan zaafları, geri toplum özellikleri, harcıâlem, günübirlikçiliğin, sahtekârlığın tüm biçimleri kendini ele veriyor. Hatta esas ruhu ona en karşı çıkanların bile yenilgisinin altında yerleştirdiği zaaflardır. Tabii ki insani çıldırtır. Bu ideolojik, pratik yaşam tarzına ve onun çok derin özel savaş tarzlarına yenik düşmemek için büyük savaşı kendi kişiliğimizde dalga dalga geliştirerek, PKK bünyesinde giderek oluşturarak bir siyasal oluşum gücüne benzer bir güce doğru taşırmaya çalışıyoruz.
Anmayı bu sorular etrafında değerlendirmekte yarar olabilir. Özellikle son çözümlemelerde “kırma kişilik” diyorum. Birçok kalıplaşmış kişilik -geçenlerde piç kişilik, kırma kişilik dedim- bu yıkılmadı. Türkiye gerçeği de gösteriyor ki, hiçbir çağdaş soruna doğru el atılamıyor. Bizde çok daha fecaat*, tam bir kadro, komuta belası başıma kesilmiş. Ben bunlara küfretmem, ama bu komuta adı altındaki kişiliklerin yanında düşman bunların yedi defa suyla yıkanmış hali gibidir diyebilirim. Tam bir bela. Öldürsen olmuyor, yaşatsan olmuyor, güçlendirsen olmuyor, kendi haline bıraksan yine olmuyor. Bunun Kemalizm’le ne ilişkisi var diyeceksiniz. Var tabii ilişkisi. Çok derin bir etkileme ile böyle kişilikleri politikada, sosyal yaşamda doldurmuş. Biz de öz itibarıyla bunu kendi kişiliğimizde aşmayı öngörmüştük ve onun hazırlığında önemli teorik ve pratik yönlerini ortaya koymuştuk. Fakat maalesef oluşum tarzınızda, kişiliğinizde büyük bir dalgakıran gibi adeta gerisin geriye püskürtülüyoruz. Bizim için yenilmek düşünülemez. Boş durduğumuz, gelişme sağlamadığımız da düşünülemez ama halen bu savaşın çok şiddetli bir aşamadan geçtiği de belirtilebilinir.
Biz boş konuşmuyoruz ve öyle sandığınız gibi güçsüz filan da değiliz. Kemalist çocuğu, Cumhuriyet çocuğu olmak bizim açımızdan anlaşılır bir şey olduğu gibi öyle yutacağımız bir husus da değildir. Boş olmadığımızı söylerken bunu kastediyoruz.
Başkaldırırken bu Cumhuriyete karşı onun en etkili gerçeğini, temsilini yaptığınızı anlamanız gerekir. Öyle sülalenizden, ailenizden, mahallenizden öğrendiğiniz gibi değil. Büyük bir düşünce değeri kadar yüreği vardır, tarzı vardır; en önemlisi de, politik askeri bir tarzı vardır. Ben bu konuda sizlerden fazla bir şey istemiyordum, aslında biraz saygı, ciddiyet diyeceğim o da kırılmış. Çünkü diktatörya tarzı, baskı tarzı ve yaşam diye önünüze bırakılanlar, ciddiyet diye bir şey bırakmıyor. Keşke sıradan köylü insanların, kadınların o söylediği küçük yalanlar olsaydı sizin söyledikleriniz. Sizin kişiliğinizdeki hatta PKK’deki gelişme bana askeri ve siyasi anlamda bir yalanın patlak vermesi gibi geliyor. Yalanın büyümesi, sahtekârlığın, kendini kandırmanın büyümesidir. Bunu biraz daha Türkiye’ye yaygınlaştırırsak politik bütün kuruluşların bir kandırmaca, yalan kuruluşları olduğu oldukça açığa çıkarılmıştır. Türkiye politik askeri yönetiminin de esasta bir kandırma yönetimi olduğu da yüzde yüz dünya çapında ortaya çıkarılmıştır. Özel savaşın sorgulanmasında bile bunu artık tüm dünya basını rahatlıkla görebilmektedir. Güncel bir konu haline gelmiştir. Bunu biraz da biz ortaya çıkardık, çıkarıyoruz.
Burada kısaca çok basit bir giriş yaptım. Hiç mi olumlu bir yanı yok? Ders alacağımız yan mutlaka vardır. Mustafa Kemal dar bir temelde olmakla birlikte müthiş bir ulusalcıdır. Ulusalcılığın tarihsel, toplumsal temeli iyi konulabilinir. Fakat Türk ulusalcılığında büyük bir olaydır. Örgütün eylemi de, bu ulusalcılığın gereklerini yerine getirmektir. Belki de tarihte hiçbir önderin bir ulusalcılık, hatta bir aşiretçilik veya herhangi bir siyasal olay yaratmaktaki mahareti, hassasiyeti Kemal Atatürk kişiliğindeki kadar keskin değildir. Özellikle bizim için örnek teşkil edilecek yanı nedir denilirse askeri ve siyasi yaklaşımlarında ve pratiğinde olağanüstü yoğunluğu ve tarz inceliğini yürüten bir kişiliktir.
Dar olması demin vurguladığım çok tehlikeli çelişkili, olumsuz yanlarına karşın kendi amacına bağlanıştaki yoğunluğu, tarz yaratıcılığı olağanüstüdür ve saygı duyulur bile. Oldukça öğrenilmesi gerekir. Bunu bizim savaşçılar çok iyi öğrendikleri için karşımızda iyi özel savaş yürütücüleri olduklarını gösteriyorlar. Ama tabii çelişkiler ve çağ dışılıkları da ayrılmaz olduğu için de kendilerini çok kötü ve hatta şahıslarında Kemalizm’in kendini ele vermesi gibi de ortaya çıkıyor. Bu ayrı bir mesele. Önder kişilikten illa bir şey öğrenilecekse amaç ve araç bağlılığını, tarz ve tempoyu birleştirmeyi, büyük hassasiyeti, titizliği kesinlikle örnek almakta yarar vardır.
Demin vurguladığım gibi halklar aleyhindedir, gerçekler aleyhinde yanlarını değil, gerek politikanın gerek askerliğin taktiklerini incelemek açısından örnek alınması kayda değerdir. Gündem yüklü çok yoğun yaşamını tamamen buna göre veren bir kişilik. Amacına göre bu kadar yoğunlaşması bir partinin tabii bir devletin bile daha üstünde oluyor. Fakat tabii çok aşırıya gitmiştir. Aşırı ulusalcılık faşizme adeta örnek teşkil edecek kadar ileri gitmiştir. Devletin hegemonyacılığını bir Stalin’den öğrenirken, alırken bu dönemde onun faşist ve sınıflar ve halklar aleyhindeki yönlerini de İtalya’daki Mussolini, Almanya’daki Hitler deneyiminden oldukça etkilenmiştir ve onlarla ayni ayardadır. Bu da tabi devleti şekillendirme, bir ulusu şekillendirme açısından büyük bir talihsizlik. Çünkü Stalin’in geliştirdiği Sovyet modeli de çözüldü, Hitler çözüldü, Mussolini çoktan çözüldü ama Kemalizm halen çözülmedi, neden? Çünkü bunları çok tehlikeli bir biçimde birleştirmesinden ileri geliyor. Geri, çok dar Türk toplum yapısı, çok zayıf Kürt yapısı ve bir de katliamlarla bitirilen kültürler, halklar gerçeğinin sonuçlarını bu üç büyük 20. yüzyıl gerçeği ile çok hileli, çok şeytani bir biçimde birleştirmesi bugünkü çözümsüzlüğün diğer bir izah tarzıdır.
Dünyada bu 20. yüzyılın ilk yarısındaki rejimlerden çözülmeyen hiçbirisi kalmadığı halde büyük bir inatla direniyor ve 2000 yılını bulma konusunda da son derece, planlı ve çok özel bir savaşla yürütülmektedir.
Biz de bunu çözmeye çalışıyoruz. En büyük eylemimiz bu 20. yüzyılda mutlaka aşılması gereken, ulusal ve siyasal organizasyon ve hatta yaşam tarzıdır. Başarmamız herhalde 20. yüzyılın sonuna doğru en büyük gelişmelerden biri Kemalizm’i çözer ve aşarsak, sınırlı olumlu özelliklerini de inkâr etmeden, ama onun toplum üzerinde kâbus haline gelen gerçeğini çözüp, ilerletirsek yalnız Türkiye Anadolu halklarına değil, Ortadoğu ya da hatta evrensel anlamda da çok olumlu bir gelişmenin zemini olabilir. Nasıl ki 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Kemalizm ulusal kurtuluşçuluğu ve onunla faşizmin Sovyet sosyalizminin ittifakı, çok büyük bir tehlikeyi, faşizmin güç kazanmasına, sosyalizmin çözülmesine çok önemli katkıda bulunmuşsa çözülüşü de herhalde aynı öneme haiz bir rol oynayabilir.
Dolayısıyla bizim Kemalizm’e karşı savaşımımızın, bilimsel, felsefi değeri hayli önemlidir. Bunun handikaplarını aşmamızın evrensellikle ilişkisi çok önemlidir. Yerel bir ulusal kurtuluşçuluğun değil de -bu Kemalizm’in bir özelliğidir- bizim devrim yerel ulusal kurtuluşçu olamaz, tam tersi olur. Doğru bir ulusal kurtuluş söylemi olur ama bunu tamamen Kemalist ulusalcılığın bütün olumsuzluklarını aşmak temelinde gerçekleştirir. Bu da dünya çapında dar milli ve çok şoven devlet oluşumlarını, ideolojik ve onun sosyal ekonomik alan üzerindeki tahribatlarını kaldırır. Bu da oldukça evrenselliğe yol açar. Çok tehlikeli devlet biçimleri yerine, halk demokrasilerine çok önemli bir katkıda bulunmaya yol açar.
Adeta bilimin bir engizisyonla karşılaşmasına benzeyen tutsaklığını -ki bugün Türkiye’de düşünce özgürlüğü, özellikle İsmail Beşikçi şahsında tam bir engizisyon halini almıştır- düşünce yasaklığını aşar ve büyük bir düşünce özgürlüğüne yol açar. Bu sadece ulusal meselede değil, tüm hususlarda büyük bir bilimsel düşünce gücünün doğmasına yol açar. Sosyal ekonomik yaşamda da gerçekten Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu akıl almaz dünyada hiçbir örneği olmayan zenginleşme ile fukaralaşmanın aşılmasına yol açar. Devrimimiz bütün bunları öngörüyor, programlaştırıyor ve eylemselliğe de çekmeye çalışıyor. Eğer bu başarılırsa Kemalizm’in tarihteki rolü ne olur? Bizim devrimimiz gibi bir büyük devrime yol açmasının temel kilometre taşlarından birisi olur. Çok az olumlu ama büyük olumsuzlukların çözümlenmesiyle büyük bir devrimin zemini haline getirilebilinir.
Tarih sanırım gerçekleri karşılaştırarak bu değerlendirmeyi ileride daha açık yapabilir. İdeolojik, pratik, siyasi, askeri, kültürel-sosyal alanlardaki büyük kapışmamızın, büyük kavgamızın kocaman bir cumhuriyet tarihinin -ki daha öncesi de var ama- sonrası üzerine çok etkili olacak. Bu yaklaşık 75 yıldır yürütülen büyük savaş bir büyük devrimle karşı devrim arasındadır. Oldukça çelişkilidir. İçinde tartışılması gereken, çözülmesi gereken çok husus var. Biz çok sınırlı olarak en azından kendimizi bu dar boğazdan kurtarmayı ve ileriye bir adım sahibi olmayı çok dikkatle ve anlamı büyük bir biçimde gerçekleştiriyoruz. Bu anlamda öyle bir sonuç değildir. Önemli başlangıç adımı oluyor. Kemalizm’in böyle törenlerle gerek Cumhuriyet Bayramında, gerek 10 Kasımlarda anılması cenaze törenlerine benziyor. Bir yeniliğin, bir gelişme, başlangıcın törenleri değil bunlar. Kendini savunmanın, büyük haksızlıkları, çözümsüzlükleri savunmanın törenleridir, anmalarıdır.
Devrimimiz bu anlamda insani olarak ve halklar açısından da iyi bir adım olacağını daha şimdiden iddiasıyla pratiğiyle kanıtlayabiliyor. Ama vurguladığımız gibi yani sizleri çözmekten tutalım bu büyük enkazı temizlemeye kadar çok daha büyük bir çabaya ihtiyaç var. İnsanların iddiaları, iradeleri bağlandıkları amaçla direkt bağlantılıdır. Biz bu yönlü çabalarımıza başlarken iddiamızın büyüklüğü ve bugün daha da netleşen yapılan işler ve yapılması gereken işlerin de kanıtlanmasının verdiği düşünce iradeye yansıyor, irade de tabii ki büyük bir çabayı göstermekten geri kalmıyor.
Demek ki çıkaracağınız bir sonuç; eğer bütün bunları iyi anladıysanız bunun iradenizi güçlendirmemesi düşünülemez ve iradeniz de düşünce açılımı kadar büyümüşse pratiğe de büyük yansımaması düşünülemez. Eğer böyle bir oluşumu gerçekleştirememişseniz demek ki, çok köhnemiş ancak görkemli cenaze veya anma törenleriyle kendini yürütmekte olan Kemalizm’in silik bir kopyası olursunuz ve bu da hiçbir şey kurtarmıyor. Hiçbir sorunu çözmüyor.
Anlamayı biz bu temelde geliştirebiliriz ve varsa bir iddianız buna çağırabiliriz. Daha fazla ciddiyet, anlamadaki devrimci doğruya kesin kişiliğinizde, özellikle derin düşünce yapınızda yer verme, bunu kesinlikle irade sağlamlığında gösterme ve bir de pratik yaşamı bununla bağlantılı bir biçimde, ikirciksiz, yalansız, dolambaçsız ama çok büyük bir yaratıcı ustalıkla götürme.
Alınması gereken temel dersi böyle formüle edebiliyoruz. Başarımız da bunu kişiliğimizde, örgütümüzde, eylemimizde dürüstçe ve yetkin çabayla göstermeye bağlıdır.
Rêbêr Apo
- Ayrıntılar
15 Ağustos Atılımı’nın 12. yılı kutlu olsun!
Mahsum Korkmaz Akademisi’nin değerli öğrencileri; gelenek olduğu üzere 15 Ağustos Atılımı’nın gerçek kaynağı, bunun büyük eğitim ve yürütme gücü olan bu Akademimizin tüm şehitlerini, bu Akademinin geçmiş ve 15 Ağustos Atılımı’nın bu 12. yıldönümünde binleri aşan şahadetleriyle, onun eşsiz kahramanlıklarıyla ve savaşı bugüne kadar getiren hakiki komutan ve savaşçıları olarak sizlerin şahsında hepsini anıyorum, saygılarımı sunuyorum ve selamlıyorum.
Gerçekten sadece ulusal kurtuluşumuzu bu aşamaya getirmekle kalmamış, yeni insanın doğuşunu da esas itibarıyla bu okulda ortaya çıkarmanın derin kıvancını ve coşkusunu da yaşıyorum ve bu temelde tekrar sizlerin şahsında, halkımızın bu büyük tarihi adımını kutluyorum.
Bugünkü tüm gerilla güçlerimize, gereken kapsamlı bir çerçeveyi, onun mesajını sunduk. Tekrarlamayı gereksiz buluyorum. Ama esas olarak bu akademik çalışmaya oldukça yakışan, aşağı düşmemesi için onun büyük sabrını ve çabasını gösteren, bundan sonraki savaşa ve yaşamda katkısını asıl olarak gösterecek olan bu okulumuzun anlam ve önemini bir kez daha dile getirmeyi de önemli buluyorum.
Bugün tarih geçekten bu atılımla anlam bulmuştur ve bizim için yürümektedir. Hatta yeni insan burada gerçekleştirdiklerimizle anlam bulmaktadır, coşkuyla, tutkuyla seyretmekte, yaşanmaktadır. Bir varoluşu burada açıkça gerçekleştirmekteyiz. Gerek ulusal kurtuluşumuzun sorunları ve çözümü için ve gerekse en başta onun parti öncülüğü için, gerillası için görüyorsunuz ki, eğitim esastır. Okul sistemi esastır. Bu eğitim, onun bu okulu olmasaydı bırakalım savaşı, varlığımızı bile koruyamazdık. Şunun için tekrar önemini vurgulamalıyız ki; bu okul çalışmalarımız öyle herhangi bir dönemi, bir eğitimle sıradan kurtarmak için değil, buradaki çözümleme düzeyi, ulusal gerçekliğimizi de aşıyor, insanlığı etkiliyor. Askeri değil, yeni yaşamı bütün yönleriyle dile getiriyor. Ve ekmek, sudan daha fazla muhtaç olduğumuz değerleri ortaya çıkarıp insanımıza mal ediyor. Her şeyden önce çağdaş tarihte ilk defa kendimiz için bir okul yaratmış bulunuyoruz.
Okulsuz halk gerçekten kaybetmiş halktır.
Eğitimsiz halk, en geri, en vahşi bırakılmış halktır ve herkes onun üzerine egemenlik de kurar, sömürür de, insanlıktan da çıkarır.
Nitekim biz okulsuz, eğitimsiz kaldığımız için dünyanın en tanınmaz halkı durumuna geldik. Dolayısıyla bu okulumuzu sadece içinden geçen öğrencileriyle ve aldıkları, özümsedikleri eğitimle değil; tarihi değerleriyle belki de yüzyıllara sığmayacak çözümleme ve yaratacağı insanıyla zaten daha şimdiden yaşama mal olduğu gibi, hatta zaferi zorladığı gibi asıl büyük gelişmesini “yüzyıllara doğru taşıracaktır” desen yerindedir. Bizim sorunumuz, yine günceli hangi temel çalışmayla kurtardığımızın farkında olmaktır. Dikkat edilirse, en büyük savaşı burada verdim. Ve hemen herkes tanıktır ki, düşman da bilmektedir ki, eğer buradaki savaş olmasaydı; hiçbir alandaki savaşı bırakalım vermeyi, sürdürmeyi bile mümkün kılmazdı. Hatta yirmi dört saat bile dayanmak mümkün olmazdı. Kaldı ki, eğer daha kapsamlı, özümsenmiş olsaydı, bu okul sistemimiz uygulansaydı, eminim ki zaferleri çoktan daha kesin olacaktı. Küçümsemiyorum sonuçlarını, ama asla yeterli de bulmuyorum.
Halkımız ve sizler, kendini partililer, ARGK’liler sananlar, böyle olmak isteyenler, iyi niyetinize, coşkunuza büyük saygımız var. Ve olduğu için de zaten bu büyük değeri verdik, bunu okul sistemine kadar da taşırdık. Biraz da başardık. Fakat sorunlar bitmediği gibi, çığ gibi artmıştır.
Hiç şüphesiz sorunların arttığı bir yerde çözüm yolları da yakındır. Ustalar derler ki; “bir yerde sorun ne kadar yoğun, kapsamlıysa o kadar da çözüm olgunlaşmıştır”.
Dolayısıyla yüzyılların körleşmiş, kör düğüm haline sorunlarımızı şimdi olgunca çözüme yakınlaştırmamız büyük bir gelişmedir. Sorunlar, bizi ürkütmek şurada kalsın, çözümün yakınlığı nedeniyle, büyük bir arayışa ve çözüme götürme gerçeğiyle mutlu etmelidir.
Çözen insan, en büyük insandır.
Çözüme en yakın insan, kendini en derli-toplu, oldukça özgür yaratmaya yakın insandır.
Siz bu şansı elde etmiş bulunuyorsunuz. Şimdi size yaşam felsefemizin, okulumuzun temelinde yatan anlayışı fazla açacak değilim. Çünkü, günlük olarak zaten oldukça kapsamlı belgelerle önünüzdedir. İncelersiniz.
Ben daha çok oldukça sıradan girdiğim ve hepinizin bu nedenle yaşam karşısında iddiasız, dolayısıyla başarısızlığın bir kader halinde gördüğü gerçekliğin artık aşılması gerektiğini söylüyorum. Sizi beğenmediğim için değil, sevip, saymak istemediğim için de değil; bu yüzeysellik, bu sığlık bana gerçekten öfke veriyor, saygı duymuyorum, sevemem de, hatta nefret ediyorum, öfkeleniyorum. Bazen de tiksiniyorum. Bunun nedeni şudur; bu düşmandan kalmadır, bu yaşama saygısızlıktan ötürüdür. Bu artık bir kader olmadığı gibi, aşılmayacak bir düşman gerçeği de değildir. Açığa kavuşturulmuştur, insanlığa aykırıdır. Ve yaşamın da önündeki en büyük engeldir. Ona karşı en büyük saygısızlık, sevgisizliktir.
Bunu göreceksiniz, olgunca, mütevazıca. Neden bundan çekiniyorsunuz, neden örtbas ediyorsunuz? Eski düşmandan kalma kişiliği neden gizliyorsunuz? Neden bu yetersiz sözcük ve adımlarla kendinizi sakat bırakıyorsunuz? Ben buna anlam veremiyorum. Ne kabul edebilirim, ne de alet olurum. Şimdiye kadar şu veya bu gerekçeyle az-çok sizi kabul ettik ve siz de kendi tarzınızla bizimle buraya kadar yürüdünüz. Okul öğrencileri olarak, savaşları her sahaya yayılmış olanları olarak şimdi artık bu 13. yıla girişte sizlerle daha bazı köklü, karar ve yaşamın yenilenmesini kendinize mal etmeyi bilmelisiniz. Benden oldukça gelişme ve başarı bekliyorsunuz. Bundan gurur duyarım ve gerekeni yaparım. Zaten işim de budur. Tarihi okulu bu temelde açtık ve gerçekleştirdik, başardık da. Bu benim için sorun değil. Tekrarlayayım, ama sizin için aynı şeyler söylenemez. Ben sizi çok sığ, çok aldatıcı öğrenciler olarak görmekle birlikte, savaşta oldukça hatalı, çok yanlışlık yapan öğrenciler ve onların uygulamacıları olarak da değerlendiriyorum. Şimdi bunu artık aşmanın zamanıdır.
Fazlasıyla dönüşmenin tutkusunu ve onun sonuçlarından çekiniyorsunuz veya gereklerine ulaşmayı becermiyorsunuz. Dolayısıyla kişiliklerinizin fazla çekiciliği, dolayısıyla eğitici, örgütleyici özelliği gelişmiyor. Ve acıyla söyleyeyim ki; halk artık beğenmiyor, ben de beğenmiyorum. Ben tek tek her birinize; “seni şu kadar beğenmiyorum” demeyeceğim; zaten demem de. Ama genel olarak söyleyeyim ki; -ki hislerim, ölçülerim beni kolay kolay aldatmaz- halen de geride seyrederseniz ve bu basit yaşamayı da kurnazca, biraz da gizlice, ister farkında olun, ister olmayın; ister iyi niyetle, ister kötü niyetle, bu bekleneni vermez. Er-geç sizleri yüce değerlerle karşı karşıya getirir. Bu ülkede ve bu halk içinde bir şeyler gelişecektir.
Biz boşuna bu savaşı bugüne kadar vermedik. Her zaman söylediğim bir söz var; neden ciddiye almıyorsunuz? Beni de başta olmak üzere. Ben kimim? Ben bu halkın yaşayan insanı olmaya büyük özen gösteriyorum. Bu halkın dili, yüreği olmak, bu halkın kabul edilebilir bir insanı olmaya büyük özen gösteriyorum. Kendimi yediden yetmişe tüm insani özelliklerle an be an yaşatarak, cevap vermek istiyorum. Erkeğine-kadınına, yoksuluna-zenginine az-çok anlayabilecek, özümsetebilecek bir düzeyde sunmak istiyorum. Bu ekmek-sudan daha gereklidir. Çünkü çağdaş gerçeklik bizi çok hor görüyor, bizi hiç beğenmiyor. Bunu aşmanın yolu, böyle olmaktan geçiyor. Bunu ben istediğim için değil; gerek çağ, gerek tarih zorunlu kıldığı için böyle olmak zorundayız.
Tarihin ve çağın gerekleri amansızdır. Yoksa kişinin kendini yalana, dolana veya bizim gibi içi boş, dışını özgür insanlar gibi boyayarak, süslenerek göstermesi benim asıl umutsuzluğumu ve öfkemi yaratır. Şimdi diyeceksiniz; “özlü olmak zor”. Gayet tabii, başka türlü de biz insanlık ailesine giriş yapamayız. Ve bundan ayrıca öyle sıkılma, zorlanma görmemeliyiz. Benim için, mesela son yılların zorluklarına rağmen, acımasız savaşına rağmen bu büyük direnci göstermeyi neye bağlıyorum? İşin görkemliliği, işin heyecan veren özelliğine bağlıdır. Şimdi bu büyük gerçekleştiriyor.
Büyük gerçekleşme, ruhta, düşüncede, maddi güçte mutlu ediyor. Çok köhnemiş çirkin yanlarımızı ortadan kaldırıyor.
Neden tutku? Neden azim ve iradeye yükseliş yapamayacağız? Dediğim gibi; gerçekten ekmek-sudan daha muhtaçsınız. Çünkü iyi ekmek, iyi su da bu kişiliğin kazanılmasından sonra daha iyi gelir. Bunu artık kendinize yakıştırmalısınız. Halkımızı yönlendirecek, halkımızı yeniden yaşama çekecek öncü güçleri olarak kesinlikle cevap olmalısınız.
Kendi geçmiş yanılgıları önünde örtbas edici olmak ayıptır. Benim gibi açık, önemli kusurlarım da olabilir. Çok ayıplarım da olabilir. Zaaflarım da olabilir. İnsanım, olması da yadırganamaz. Ama görüyorsunuz ki, yüzde doksan dokuz sağlam yanlarla amansız yanlışın, çirkinliğin, kötünün üzerine yürüyerek, güzelliğe, doğrulara, iyiliklere kendimi büyük vererek yaşamak istiyorum. Güzel olan burası. Buna saygı duyulmalı ve bu hepimiz için geçerlidir. Halk olmaktan çıkmışsın, ulus olmaktan çıkmışsın. Senin insanlık davan bitmiştir. Bunu duymakla, bunu kişiliğinde sanki gerçekmiş gibi yaşamak, en büyük ahlaksızlıktır. En büyük saygısızlıktır. Ve buna göre de gerçekliğimizin en tehlikeli yönüdür.
Şimdi artık, hiçbir gerekçeye sığınmadan; “kimi beni böyle yaptı?” nedenlerini de söyleyemem, bu söylediğim çıkışa sahip olmaya cesaret etmeliyiz. Ben bunu yine boşuna söylemiyorum. “Ya neyimiz eksik? Zaten kararı da verdik, savaşa girdik” diyeceksiniz. Bu benim için tatmin edici değil. Görüldüğü üzere savaşta, mücadelede çoğunlukla kaybettiriyor. Neden? Ölçülere uygun olmadığı için, içinizde sorumluluk duygusunu yüksek paylaşmak isteyenlere ve yaşamını basit geçirmek istemeyenlere, ayrıca ikide bir “neden, nasıl başarısız oldum?” diye de bahaneye sığınmak istemeyenlere diyorum ki; artık güvenebilirsiniz, sağlam adımları başlangıç yapabilirsiniz. Deneme-sınama yaparak her gün başarı ölülerinizi kendi kendinize de yargılayabilirsiniz.
Bu sizin hem hakkınız, hem göreviniz Ama sonuçta mutlaka halkımızın “bravo” diyebileceği bir kişilik ve onun çabası ortaya çıkmalı. Şimdi bu kaçınılmazdır. Bu olmazsa kazanamayız. Bu olmazsa hiç kimse yaşayacağını sanmasın. Hangi bireycililikle yaşanabilir? İliklerine kadar parçalanmış, düşüncesi ve ruhu bu hale getirilmiş kişilikler yaşam istemesin. Bundan nefret ediyorum. Ben bunlardan kaçıyorum ve kesinlikle içimizde de yaşatmam. Bilmeyen bilsin, tanımayan tanısın. Hepinize söylüyorum, şahsınızda tüm halkımıza; benim yaşama bir sözüm var, ona hep saygılı olmayı bilerek ve en son büyük şehidimiz Zeynep Kınaca, “büyük yaşamak istiyorum, yaşamın büyük sevincini duymak istiyorum, büyük eylemli olmak istiyorum” diyor. Her ne kadar bunun büyük başarı tarzının, Önderlik gerçeğini sonuna kadar uygulama gücünde olmasa da bu heyecanla, bu coşkuyla bu büyük eylemliliği gerçekleştirmesi ve bunun en kahraman bir insan olarak adlandırılması, doğru yolda oluğumuzu gösteriyor.
Çünkü böyle büyük yaşamak, ulusal olmak, sosyal olmak, çok zengin kültürel değerlerle yaşamak, oldukça eşit ve özgürlüğe yakın olmak, irade sahibi olmak, başarılı olmak da mümkün. Her şey buna engel teşkil ettiği için, vahşi sömürgecililik, gericilik, hatta geriliklerimiz buna engel teşkil ettiği için, bu büyük engel yapılıyor. Bunu hiç kimse küçümseyemez.
Bizim artık bir sistem olduğumuzu, bir büyük anlayış olduğumuzu hiç kimse ne basite almalı, ne de onu göz ardı eden basit bireycilikleri için kullanmalıdır. Tekrar vurguluyorum; bireycilik belki her ulusta belli bir değeri kapabilir. Şu veya bu sistemle alabilir. Ama bizde asla alamaz, çünkü bizde bireyciliğin önce geçireceği ne bir ülke var, ne de bir maddi-ekonomik değer var, ne bir sosyal egemenlik, hatta siyasi iktidar var. Hiçbirisi yok. Dolayısıyla bireycilik başından itibaren kendini aldatmaktır ve dolaysısıyla da en tehlikeli aldatmaktır.
Kolektivizm bizim halk için, bu aşamada özellikle her şeydir. Yoldaşlığı paylaşmak istemeyenlere söylüyorum; habire kendini yaşamak isteyenlere söylüyorum; bunun bu ülke ve halk içinde yeri yoktur, temeli yoktur. Dolayısıyla büyük yalnızlığı, büyük parçalanmışlığı, büyük kaybetmişliği ortadan kaldırmak için öncelikle insanın kendi içinde büyük örgütlenmeyi, böyle iki kişiyle, her bir grupla oldu mu, daha da büyük gerçekleştirmeyi, buna en yüksek değeri vermeyi, dönemin kurtuluşu açısından en temel şart olarak görüyorum. Ve bunu da artık siz de kendinize en temel bir yaşam şartı olarak görmeli, buna göre yaşamınızı düzenlemelisiniz. Bu gücü, bu büyüklüğü kendinize yakıştırmalısınız.
Tekrar söylüyorum; bu okulumuzun temel özelliklerini artık göz ardı etmemeniz için bunları her sahada, en başta savaş sahasındaki seçkin temsilcisi olmanız için vurguluyorum. Tekrar iddia ediyorum ki, bu halk eğer yaşayacaksa, bu ulus eğer kendine gelecekse, bu özelliklerle bu gerçekleşecektir. Başka hiçbir şey bu halkın ulusal gerçeğini ifade edemeyecektir. Ve sizler de asla hiçbir özlem ve arzunuza ulaşamayacaksınız.
Ben bugün dolayısıyla, böylesine bizim için çok gerekli olan, okulumuzun gerçekleştirdiği yaşam biçimini netleştirmeyi boşuna dile getirmiyorum. Dikkat ederseniz, son yılın en yoğun çabası; yeni kişilik, onun örgüt ve mücadele tarzını netleştirmektir. Karşı cephede savaş verilir-verilmez, hatta başarılır-başarılmaz benim için çekici değil. Olsa da bana göre; onu yaşama dönüştürecek kişi ortaya çıkmazsa, öncü ortaya çıkmazsa, bir çırpıda her şey tersine çevrilir. Hatta yüce devrimimiz bir despotun da entrikalarıyla, kabalığıyla tersine de çevrilebilir.
İşte bu tehlikeyi ortadan kaldırmak için, dikkat edilirse okulumuza yüksek değer biçiyoruz. Israrlıyız. Belki çağımızda hiç kimse bu yaşam gerçeği ile bağlantılı yaşamayabilir. Ama unutmayalım ki, yüz özellikleri çok farklı olan katliamın son artıklarını yaşayan halkız. Ayrıca insanlık da büyük tehlikelerle karşı karşıyadır. Emperyalizmin insanlığın doğal çevresini yok ederek, zoru kullanarak, sömürüyü, baskıyı teknikle en son haddine getirerek, yönettiği bir insanlık var. Biz bu insanlığı da çözüyoruz ve yerine doğal yaşayabilecek insanı temsil etmeye çalışıyoruz. Yalnız ulusallık için değil, insanlık için de temsil değeri yüksek bir okul. Bu iddiamızdan asla vazgeçmiyoruz. Başarırsak ulusal gerçekliğimizde, bölgemizde onu adım adım insanlığa da taşırmaktan asla tereddüt etmeyeceğiz ve bu da büyük heyecan veriyor. En zengin ulustan kişilerin bile çok geri kalmalarına ve bize hayranlık duymalarına yol açıyor.
İşte bu temelde siz okulumuz öğrencilerinin büyük şansı olduğu açık. Her ne kadar okulumuzu özümsemediyseniz de, sıradan bir etkilenmenin bile sizi yaşama tekrar getirdiği gibi, derslerini özümsemeye ısrar ederseniz, tek olsanız bile büyük başarılarınızı daimi kılacaktır. Dolayısıyla, yakışan ve en gerekli olan budur. Bir ekmek, bir çorba her yerde bulunur. Bulunmayacak olan; ölümsüz insanın yaratılmasıdır. İşte onu burada gerçekleştiriyoruz. Ben bu yaşıma gelişim, gördüğünüz gibi çok diri ve taze bir yaşam gücü olarak, her an saygısı ve sevgisi, derinliği büyük olan gerçeği yaşıyorum. Ve bunu bütün dosta, düşmana gösteriyorum.
Neden sizler de böyle anlamayasınız? Engelleyen nedir? Düşmandan dolaylı fosilleşmiş, kemikleşmiş etkilerinden başka? Dolayısıyla inanıyorum ki; sadece savaşın değil, yaşamın da bu gerçek, doyurucu gücü olan okulumuzun tarihe mal olmuş gerçeği kadar, bundan sonrasını yaratacak, gerçekliği de sizi büyük iddia sahibi olmaya itiyor. Dersleri oldukça kapsamlıdır. Öğretiyor ve adım adım bizim için şimdiye kadar çok boş ve anlamsız olan yaşamı çok anlamlı ve zengin kılıyor.
Sizleri ve bu temelde okulumuzun hem savaşan değerlerini, hem de yüce şehitlerini ve bu temelde ayağa kalkan tüm halkımızı, dostlarımızı saygıyla, sevgiyle selamlıyor, yüksek başarıların sizlerin olmasını diliyorum.
—Yaşasın 15 Ağustos Atılımı, O’nun 12. Yıldönümü!
—Kahrolsun Bu Atılımımızın Hedeflediği, En Barbar, Faşist Sömürgecilik ve Her Türden İşbirlikçilik!
Reber APO
15 Ağustos 1996
- Ayrıntılar
Bundan onbeş yıl önce partimizin temellerini atan Kemal, Hayri gibi yoldaşlarımız direniş kararını verdiklerinde partinin büyüklüğünü göstermişlerdir.
Ne teslimiyet, ne düşüş, -sonuna kadar direniş.
Bu, parti tarihimiz ve yaşamımızda tarihi bir adım olmuştur. İşte, 14 Temmuz anısına dürüstçe yaklaşmak isteyenler, sonuç çıkarmak isteyenler, her yönüyle kendilerini bu gerçeğe ulaştırmalıdırlar. Aksi halde bu direniş ve bu şehitlere layık olamazlar ve kendilerinden bir şey çıkmaz.
Hatta, bu gerçeklikten sizlerde belli bir uzaklaşma yaşanmaktadır.
Her şeyden önce bu tarihsel anı üzerinde durduğumuzda parti gerçeği nedir, sorusu karşısında kendi gerçeğimizi gözönüne getirmek zorundayız. Şimdi sizlerin uzaklaştığı ve onunla oynadığınız parti gerçeğinin ta kendisi olmaktadır. Hayır, bu gerçeklikten uzak olmakla partileşmek gerçekleşemez. Her arkadaş kendi gerçeği üzerinde durup gerçekliğini gözönüne getirdiği taktirde bu direnişlere karşı hesap veremeyeceğini, layık olamayacağını görecektir. Çünkü yüzünüz ak değil, şimdiye kadar sorun yaratmaktan, ağlamaktan başka ne yaptınız ki? Bu, hepinizin bir ayıbıdır. Şehitlerin karşısında bu halinizle durmanız, büyük ayıptır.
Şimdi bakıyorum da, herkes kendi keyfine göre parti gerçeğiyle oynamaya çalışıyor. Savaşta, örgütlemede, eğitimde her yönüyle oynamayı kendisi için bir sanat haline getirmiş. Bu sizin ayıbınız ve insan bu utanç verici durumla hiçbir gerçeğe ulaşılamaz ki! Tabi “çok zayıfız, güçsüzüz, bundan başka ne yapalım” diyeceksiniz. Bu sizin diliniz ve bunu her zaman tekrarlıyorsunuz. Ama bu kabul edilmez bir durumdur. Şehitlerin anısı üzerine konuştuğum zaman böyle bir partililiği ve sizleri kabul etmiyorum. Kaldı ki, bu durumuyla ben bile kendimi kabul edemiyorum, sizi nasıl kabul edeceğim ki! Bu zayıflıklarla mı, bu sahtekarlıklarla mı, bu kandırmayla mı, bu düşüşle mi sizi kabul edeceğim!
Hayır!
Yaşadığımız bu günlerde bazı hususlar üzerinde duruyoruz: Yine parti adına hafif, dar ve güçsüz bir yaşama tenezzül etmeyi bir sanat haline getirmişler. Bununla da sınırlı kalmayarak, kendilerini partiye ve bu büyük direnişlere layık görüyorlar. Güçsüzsünüz, söz sahibi olamazsınız. Bunun için de en dürüstün elinden ancak ucuz bir ölüm geliyor. Ama bu arkadaşlar kendilerini ucuz ölüme yatırmadılar.
14 Temmuz direnişi ucuz bir ölüm için değildi.
Büyük bir ölümdü, -ölüm değil büyük bir yaşamdı.
Ülkede, savaşta ucuz ölen arkadaşlarımız için “büyük şehitlerdir, güçlüdürler” diyemiyorum.
Neden?
Çünkü direnmeden, ucuzca gidiyorlar. Eğer 14 Temmuz anısına doğru yaklaşacak olursak; bu arkadaşlar, iğne ucu kadar yaşam olanağı ve çalışma fırsatı bulduklarında sonuna kadar değerlendiriyorlardı. Şimdi sizlere bakıyorum, eğer biraz harekete geçseniz ülkeyi alabilirsiniz, kurtarabilirsiniz. Ama ne yazık ki, bir çalışmayı doğru bir adıma dönüştürmeye tenezzül edemiyorsunuz, -elbette bu da insanı kahrediyor.
Parti ruhunu, parti büyüklüğünü kendinizden uzaklaştırmışsınız.
Bu kendinize yapabileceğiniz en büyük kötülük, kölelik, hatta düşkünlüktür. Hayret ediyorum, kendinizi nasıl böyle kabul edebiliyorsunuz? Bu kadar çalışmama rağmen ben bile kendimi kabul etmiyorum. Hayır! Kişi büyümenin yoluna girmeden kendinden memnun olamaz. Bir şey yapamıyorlar, -kendileri bile gerçekleştiremiyorlar. Buna rağmen kendilerine, PKK adına bir usul yaratıyorlar.
Bu büyük anıya bağlı kalmak istiyorsak, biraz dürüstlük varsa, değerlerimizi böyle unutmak istemiyorsak, mutlaka kendimizde bir şeyler yaratmak zorundayız. Kendi içimizde bazı esaslara ulaşarak daha doğru ve birlikte büyük yürüyebilmeliyiz.
PKK’nin saflığı, PKK’nin dürüstlüğü bu yoldaşların gerçeğindedir.
Kendi durumlarınıza bakın; ne kadar bu büyüklüklesiniz? Bu büyük yoldaşlarımız, partinin adını yükseltmek istediler, parti amacından uzaklaşmamak için büyük vahşet altında, her gün tahammül edilemeyecek işkenceler altında küçük bir yaşam imkanı bularak direndiler. Bu büyük direniş, bu amaç içindi. Burada hemen kendinizi karşılaştırın; ülke toprakları üzerinde, dağların zirvelerinde silahlı gruplar halindesiniz, ama yine de düşmana karşı birkaç doğru adım atamıyorsunuz.
Bu şehitleri, bu direnişleri gözlerinizin önüne getirdiğinizde kişi kendi hakkında ne diyebilir?
Elbette ki, bu yoldaşlardan ve bu direnişten bir uzaklaşma var. Bu uzaklaşmayı kendinize nasıl layık gördünüz, işte buna şaşıyorum. Uzun bir zamandır büyümeniz ve yetkinleşmeniz için bu kadar büyük parti derslerini verdik, büyük hizmetler sunduk. Ancak çıkardığınız sonuç; “düşkün kişiliğimi nasıl yaşatabilirim” oldu. İşte, en büyük tepkimiz de buna yöneliktir.
PKK şehitleri bunlar değildir. PKK direnişi bu değildir. İçinizden bazıları veya birçoğunuz, birçok yönüyle bir şeyler de yaratmak istiyorsunuz, ama PKK büyüklüğünden uzak bir PKK yaratmak istiyorsunuz. Her zaman söylüyorum, bu kişiliğinizle yalan söylüyorsunuz, kendinizi kandırıyorsunuz.
PKK mukaddestir, PKK kişilikleri dürüsttür.
Mazlum, Kemal Hayrilere eğer biraz bağlılığınız varsa, sahip olduğunuz bu kişilikle yürümenizin mümkün olmadığını göreceksiniz. Bu kişiliği şimdiye kadar parti içinde nasıl yürüttünüz, buna nasıl cesaret ediyorsunuz! Gerçekten vicdansız mısınız, terbiyesiz misiniz, -anlıyamıyorum. Neden böyle oldunuz? Çok mu zayıfsınız, çok mu düşkünsünüz, çok mu çaresizsiniz, -bunu anlamak istiyorum. Bu doğru değil ve zindan direnişine, 14 Temmuz kahramanlığına bağlılık değildir.
Ben bu yoldaşları, bu direnişi sizden ve parti adına yürütenlerden koruyorum.
Ya bu arkadaşların ruhuna ulaşır, ya 14 Temmuz ruhu yakalanır, ya da bu ruhu sonuna kadar sizlerden koruyacağız. Kesinlikle söz veriyorum ki, bunu koruyacağım. Sizi kabul edemem ve etmediğimi de görüyorsunuz. Parti içinde kimse kalmasa bile düşkün kişilikleri ve zayıf insanı kendimize yaklaştırmayacağız.
PKK, bir kahramanlık partisidir.
14 Temmuz büyük bir yüceliktir.
Bunu alçaltmayız, ayaklar altına alamayız ve bunu sizlere layık göremeyiz. Ben bu yoldaşların anılarına, kendimi de layık görmiyorum. Ancak onların temsilcisiyim, vasiyetlerini takip ediyorum. Bu kişiliklerinizle yürüyemem ve en ufak bir eksikliğiniz de olsa kabul etmem, bunu bileceksiniz.
Bugün 14 Temmuz direnişinin yıldönümü vesilesiyle bir şeyler yaparak anmak istiyorsanız ve gerçekten dürüstseniz ve bir şeyler de anlamak istiyorsanız bu arkadaşlarımızın sergiledikleri direniş gerçekliğine doğru yaklaşmak zorundasınız. Hangi koşullarda, neye karşı, neyle, nasıl direnişi yürüttüler, bunları aklınıza getireceksiniz, kendi gerçeğinizle kıyaslayacaksınız. Ve “ben ne kadar bağlıyım, ne kadar onunlayım” hesabını dürüst ve doğru vereceksiniz. Vermezseniz, sizleri ancak bir sahtekar olarak değerlendiririm. Bunları herkes için söylüyorum.
Bazı arkadaşlar bizi çok incitti. Bilemiyorum, insan büyümekten neden bu kadar korkuyor, -şaşıyorum. Bu arkadaşlara çok büyük imkanlar sunduk, ama hiç önem bile vermediler. Vicdanınız neden bu kadar kara, -gerçekten insan bir sonuç çıkaramıyor. Sizlere kim “böyle yaşayın” dedi? Bu yaşam uslubu kimindir? Bunun cevabını vereceksiniz. Aksi halde sizi kabul etmeyiz. Her gün bunun üzerinde duruyorum. Özgürlük istiyorsunuz, şerefli bir yaşam istiyorsunuz, işte yolu bu belirttiklerimdir. Neden bu yolun üstünde yürümüyorsunuz? Kötülüğün rüzgarına kapılıp gidiyorsunuz. İşte, gördünüz kaçıyorlar. Elbette birçok nedeni var. Büyük imkanlar hazır önünde, ama üzerinde durmaya tenezzül bile etmiyor. Bunun için gerçekten bu tarihi anının, adımın üzerinde durmak istiyorsanız acaba dürüst müdürler, değil midirler diyorum. Sadece bir anının üzerinde durmak insana yürümesi için sonuna kadar yeter. Uzun bir süredir “PKK adına her yönüyle hareket edebiliriz” diyorlar. Olmaz! PKK esastır. Eğer PKK gerçeği tutturulmazsa Kürdistan’da yaşam yürümez, -hiçbir şey gerçekleşmez.
Neydi bu direniş?
Zindanda ihanet büyük dayatılınca Şahinler tamamen düşürmek istediler; “PKK adına kimse kalmamalı”, hatta “hepsi PKK’ye karşı çıksın”, “PKK de vatanı inkar etsin, halkı inkar etsin.” Bunun karşısında bu büyük insanlar ise, “biz canımızı vereceğiz, bu kararı vereceğiz” dediler.
14 Temmuz; parti, halk, Kürdistan ve insanlık adının ortadan kalkmaması için verilen bir karardı. İhanete, büyük zulme, düşkün yaşama karşı bir parti kararıdır. Hemen hemen hepsi sizler gibi zayıftılar, imha olmakla karşı karşıyaydılar. O zaman bu kahraman insanlar, “Gün direnme günüdür” diyerek, zayıflıkların önüne geçtiler. Şimdi de düşman çok şiddetli ve acımasızca üstümüze geliyor. Şimdi de Kürdistan’da ihanet büyük ve daha da büyümüştür. Direniş de büyümüştür. Aynı zamanda içimizde düşkünlük de var, teslim olma da var. Ülkenin dört bir yanında direniş ne kadar gerçekleşiyorsa bir o kadar teslimiyet, yine bir o kadar düşkün bir yaşam da gerçekleşmektedir. Eğer 14 Temmuz’a bağlıyız diyorsanız, o zaman sizlerden kahramanca bazı adımların atılmasını istiyoruz. Zindandaki gibi değil, savaş ve çalışmanın her yönüyle 14 Temmuz ruhuna bağlı adımlar atılması gerekiyor. Kendi ruhunuzda adım atın, böyle adımlar atmazsanız sahtekarsınız. Büyük değerlerle ucuz yaşamınızı sürdürmek istiyorsunuz, elbette bizim de bunu kabul etmemiz mümkün değildir.
Diğer bir husus da şudur:
Önderliği tanımıyorsunuz.
Çok düşkünsünüz ve her zaman bizi kendi seviyenize düşürmek istiyorsunuz. Tabii ki, bu da mümkün değil.
Sizden bir şey rica ediyorum; biraz büyümeyi tanıyın. Eğer kendinizi yetiştiremiyorsanız, o zaman parti ile oynamayın, ihanet etmeyin, sadece bu değerleri koruyun. Eğer bu da elinizden gelmiyorsa çıkın gidin, derim. Ben bile kişiliğimi her gün eritiyorum, ama sizler kendinizi paşa ilan etmişsiniz.
Şimdi sizlerde PKK dışında her şey var; düşkünlük var, zayıflık var. Düşünce dağılmış, ruh dağılmış ve en önemlisi de büyük karar yok, -yarı ölü gibi. Her zaman kendisini sorun yapıyor; “ben kapalıyım, yüzeyselim, bilmem neyim.” İşte, bundan başka bir şey değil, en iyisi de ucuz ölüme gidiyor. Büyük başarı, büyük adım diyen, “Ben de PKK’nin büyük şehitlerinden eksik yapmam, sonuna kadar düşünce ve yaşamım budur” diyen yoldaşlar içinizde yetişiyor mu? Kendinize ve etrafınıza bakın, kim kendisini böyle gerçekleştiriyor?
Sizler üzerine fazla geliyorum diye değil, kendi kendinizi zor durumlara sokmuşsunuz. Oysa parti imkan ve fırsatlarıyla kendinizi büyütebilirdiniz, hepiniz kendinizi yaratabilirdiniz. Zaman da vermiştik, hatta kendinizi büyütebileceğiniz bir ortamı da sunmuştuk. Ama sizler anlamadınız ve sürekli “ucuz bir yaşam” edebiyatı dediniz. Hep keyfiyete tenezzül ettiniz. Bu da, tabii ki bir düşman isteğiydi. İşte, düşmanın isteği de kişinin böyle ucuz bir kişilikle yaşamasıdır. Budur, -bu da tanımadığınız bir şey değildir. Eskiden beri bu kişilik bizim için bir sefaletti ve içinde hayırlı hiçbir şey yok. Sadece düşmanın zulmü değil, binlerce arkadaş hemen hemen düşüyordu, “ben teslim olayım mı, olmayayım mı?”, bu haldeydi arkadaşlar. İşte, 14 Temmuz direnişi buna karşı bir karar gerçekleşmesidir. Şimdi bakıyorum da, hiçbir arkadaş bundan kendisine yönelik bir sonuç çıkarmıyor. Çoğunuz da bu haldesiniz, ama burası zindan değil. Burası dağ başıdır, elinizde silah var, ama doğru-dürüst yürüyemiyorsunuz, bu teslimiyetten daha kötüdür. Eğer bu anılarla sözleşmek ve kararlaşmak istiyorsanız kendinizi bu şekilde bırakamazsınız. Herkes söz sahibi olamaz, sizin gibi insanlar kendilerini yenilememişler, söz sahibi, karar sahibi olmaktan uzaksınız.
“Partinin bazı imkanlarıyla yaşarım, sonunda düşmanın yanına kadar giderim.” Bu PKK gerçekliği değildir, PKK’ye ve 14 Temmuz direniş anısına en büyük kötülüktür, hatta düşmandan daha çok bize karşı bir direniştir. Bu düşmana karşı değil, PKK büyüklüğüne karşı bir direnme durumudur.
Belki size acayip gelebilir, ama bu yaşamınız düşman hamleleri gibi sizleri PKK’ye ve 14 Temmuz’a karşı direnişe kaldırıyor. Düşmanın baskısı, düşmanın zoru ülkenin her yanında, savaş sahalarında sizi yumuşattı, şaşırttı, sonuç itibariyle hepiniz PKK içinde direniş halindesiniz. Elbette bu direniş 14 Temmuz direnişi değildir, Agit yoldaşlarınki değildir. Bu direniş PKK’ye karşı olan bir direniştir. Tuhaf bir şey, PKK içinde çoğunuz birçok yanınızla PKK’ye engel teşkil ediyorsunuz. Engelden öteye direniyorsunuz.
“Biz partileşemeyiz, parti taktiklerine ulaşamayız, parti hattına ulaşamayız. Yakamızı bırak, biraz kendimizi yaşamak istiyoruz, küçük yaşamak istiyoruz”, gece-gündüz bunları söylüyorsunuz. Bu, kabul edilemez bir durumdur. Ne hakkınız var?
Şimdi sizler benden PKK partisini, bu büyük şehitler partisini küçük-burjuva bir parti yapmamı istiyorsunuz. Yüzde doksanı küçük-burjuva bir parti istiyor. Bu halinizle PKK partisi olabilir misiniz? Kendinizi Mazlum, Hayri, Kemal’in çizgisine ulaştırabilir misiniz?
Birçoğunuzun kişilikleri ortada ve doğru hesap vermelisiniz: Biz ne kadar büyük şehitlerin partisiyleyiz! Bu değerler tümden unutulmuş, çoğunlukla da ülkedekiler, savaşta yer alanlar unutmuş. Kim komutandır, kim keyfi yaşam sahibidir, kim kendini yaşıyor, kim parti ve savaş esasları dışı, kim kurnaz, kim oyunlar çeviriyor, bunlar üzerinde duruyorsunuz.
“Düşmanı derinden vuralım, düşmanı büyük vuralım, büyük yoldaşlıklar yaratalım” diyen yok, bunlar adeta unutulmuş.
Kim sizleri böyle alıştırdı? Öğretmenlerinizin hepsi yanlış, büyük şehitler değil. Büyük şehitlerden uzak, hatta düşmanın kendisidir.
Düşmanın zoru sizleri iflas ettirmiş. Neden sizden büyük yoldaşlar çıkmıyor, neden?
Bunca yıldır zindanda değilsiniz, özgürsünüz. Partinin bütün kitapları elinizin altında, neden bir türlü büyüyemiyorsunuz? Kendinize bunu mutlaka sormak zorundasınız. Eğer sormazsanız kimse size “şereflisiniz” diyemez ve namuslu insanlar da olamazsınız. Elbette başaramayan, bir görevi doğru-dürüst yerine getirmeyen namussuzdur, düşkündür. Düşkün insan ise beş para etmezin tekidir. Düşkün insanın bir değeri olur mu? Tek bir savunma yönteminiz var; “ben ağlarım.” Ağlayanlar da namussuzdur. Ağlamak kahramanlık mıdır? 14 Temmuz ağlamak mıdır, direnmek midir? 14 Temmuz başarı mıdır, düşüş müdür? 14 Temmuz kahramanlık mı, korkaklık mıdır? Bunların hepsini düşünmek zorundasınız.
Söz sahibi olamıyorsunuz ve çoğunlukla da buna üzülüyorum. Gerçekten sizler kimin arkadaşısınız?
Mazlum, Kemal, Hayirlerin mi?
Onlara mı yakınsınız, yoksa Şahin’e mi?
Şahin içimizdeyken çok çalışıyordu, sizden on kat daha fazla çalışıyordu, -ben tanıyorum. İçinde bulunduğunuz zor ortamda olsaydı belki sizden daha çok savaşırdı. Burada yine bir şey insanın aklına geliyor: Böyle büyük ihanet etmiş bir insan dahi yerinizde olsaydı, belki sizden daha iyi olabilirdi. Eğer sizler onun yerinde olsaydınız, belki daha kötü olabilirdiniz. Yani yeriniz Mazlum, Kemal ve Hayir’nin yeri değil, konumunuz Şahinlerden daha kötü.
Neden?
Bu yaşamınızla parti içinde büyük çalışmanın kaynağı olamazsınız. Parti içinde adeta yeni bir adet ortaya çıkmış; hiç çalışma, parti imkanları üzerinde otur ve kendini yaşat! Sen kendini nasıl yaşatırsın? Eğitimini yapmıyorsun, düşmanın üstünde hiç durmuyorsun, bazı taktikler, örgütlenmeler üzerinde durmuyorsun, ondan sonra da etrafını yık, boz, zafersiz kendini yaşat, çalışmadan kendini yaşat! Suçu arkadaşının üstüne at, etrafını suçla, kendini de temiz çıkart! Böyle olmaz ve bu bir sahtekarlıktır. Binlercesi bu şekilde kendi bireysellikleri ya da düşkünlükleri için partinin büyüyen imkanlarına göz dikmişler.
Durumlarınızı daha derin açmak istemiyorum, anlayabildiğinize inanıyorum. Eğer savaş ve halk içerisinde komutanlıkta, savaşçılıkta mevcut durumlarınızı değiştirmezseniz, değil düşmana karşı, bize karşı; değil 14 Temmuz’la, 14 Temmuz’a karşı direniyorsunuz demektir! Yanlış yapmayın. Bu arkadaşlarımız bu direnişte 60 gün aç-susuz, bir deri-bir kemik kaldılar.
Bu direnişle neyi ispatlamak istediler? “Bu düşkün yaşamı, eriyip elimizden giden yaşamı kabul etmiyoruz. Biz ölümü kabul ediyoruz. Vücudumuzun, kemiklerimizin erimesini kabul ediyoruz, ama düşmanın istediği yaşamı kabul etmiyoruz. Biz PKK’yi bırakmayacağız.” İşte, 14 Temmuz bundan başka bir şey değildir. Bir de kendinize bakın, “düşman yok, biz güçlüyüz” diyerek, kendi kendinizi ucuzca eritiyorsunuz. Mesela savaştaki arkadaşlar bilirler; “parti esasları kalmadı, gerilla adına ideoloji, siyaset kalmadı, yoldaşlık kalmadı” diyorlar. Yine köylü kurnazlığı, kimileri arkadaşlarını şehit ediyor, kimilerinin arkadaşları elden gidiyor, onlarca şehadet gerçekleşiyor, ama kendini sorumlu görmüyor, şehitlerin anısına bir şey yapmıyor. Her gün haberleri alıyorsunuz, “anılarına ne yapayım, ben nasıl bir sorumluluk altındayım” diyen yok. Bu komutanlık değildir, savaşçılık değildir, bu bir hıyanettir. İnsan böylesi bir durumdan korkar. Eğer bir sözünüz varsa ve partiyle olmak istiyorsanız dürüst olun. Bunun derinliğini, anlamını kavrayın.
En büyük korkum, partiden varolan uzaklaşmadır.
Bu kişilikler partiyi istila etmiş, parti diye bir şey bırakmamışlar.
Bunlar gözünüzün önünde yaşanırken, kendinizden bile haberiniz olmuyor. Bu durumda Kürdistan için, Kürtlük adına bir şey elimizde kalmıyor. Sadece ihanet kalıyor.
Eğer gerçekten bu anıya bağlı kalarak 14 Temmuz’un 15. yılında bir sonuca ulaşmak istiyorsanız, üzerinde durduğum bu noktaları kendinize esas alarak üzerinde durun, kendinizle kıyaslayın ve böylece kendinizi doğrulara ulaştırabilirsiniz.
Parti meselesi tek benim meselem değil. Bu yoldaşlar neden şehit düştüler? Elimizde bir şeylerin, bir şerefin kalması için şehadete ulaştılar, -yoksa kendileri için değil. Kendileri için olsaydı böyle büyük direnmezlerdi. Bir halk için, bir tarih için, bir insanlık için bunları yaptılar. Eğer sözlerinizin sahipleriyseniz sizler de bu yoldaşların takipçileri olabilirsiniz.
Söz sahibi olmak, hangi durumda olursa olsun, devam etmektir.
Her gün vahşet altındaydılar, en büyük zorluklar içerisindeydiler. Ama buna rağmen bu kadar direnebildiler. Sizlerin durumu ise çok iyi, niye büyük direnemeyeceksiniz ki! Kimse “imkanım yoktur” demesin, bunların hepsi yalandır. En büyük vahşet, en büyük imkansızlık Diyarbakır zindanındaydı. Hatta tarihte bile böyle bir vahşet görülmemiştir. Ama bu yoldaşlarımız direndiler, -büyük direndiler.
Kahramanlığı kendinize layık görün.
Her şeyle oynayın, ama bu büyük mukaddes değerlerle oynamayın. Sizden fazla bir şey istemiyoruz. Büyümek üzerinde durun. Hatta düşmanla baş edemiyorsanız ilkin kendinizle başetmeye çalışın. “Kendimi gerçekleştireceğim, doğru partileşeceğim, partileşmeden uzaklaşmayacağım” deyin. Neden bunları ısrarla belirtiyorum? Siz dün parti içindeki yaşamınızla bu değerleri mahvettiniz de ondan. Siz parti esaslarını, parti yoldaşlığını, hepsini boşalttınız da ondan. Neden böyle yaptınız? Parti içindeki düşman, zindandaki düşmandan daha mı büyüktü? Hayır! Hiç düşman yoktu, siz kendi kendinize böyle yaptınız. Şimdi de sizleri kabul etmemi istiyorsunuz. Bu büyük şehitler sizi affetsin, kabul etsin.
Hayır!
Parti yaşamıyla, önderlik yaşamıyla oynayanlar af edilmezler, kabul edilmezler.
Kendinizi kandırıyorsunuz. “Biz çaresiz kaldık, zayıfız, bazı anlayışlarımız düşmandan kalmış, eski toplumdan kalmadır” demek, büyük yalandır. Bu arkadaşlar için de aynı şeyler geçerliydi. Ama hayır! Sizde olan daha başka bir şeydir.
Parti üzerindeki oyun, partiyi küçük-burjuva partisi yapmaktır. Elbette ki, bu partiye savaş açmaktır. Parti içinde partiye karşı bir savaş durumudur. Başka türlü bunun izahı yapılamaz ki!
Tekrarlıyorum; şehitlerin anılarına bağlı kalmak istiyorsanız, sözleriniz sahipleriyseniz, çizdiğimiz bu çerçeve üzerinde bir kez daha gerçekçi durun. Fazla yorulmamışsınız ve sizlere bazı imkanlar da sunmuşuz. Her şeyden önce bu büyük şehitlerin yolunda, bu büyük direniş yolunda kendinizi kararlaştırın. Ama dürüstlükle, ama onların gerçeği temelinde kendinizi kararlaştırın. Sizin için dile getirdiğimiz bu hususları büyük istekle, büyük iradeyle esas alın. Ve PKK militanlığının gerçekliği sizde yürütülsün. Böyle yaparsanız ancak Mazlum, Kemal, Hayri, Ali ve Akiflerin arkadaşı olabilirsiniz. Büyüyeceksiniz ve büyük adımlar atmaktan korkmayacaksınız. “Etrafımız bizi şaşırtıyor, etrafımız bizi yoldan çıkarıyor” demeyin. Hayır! Düşman da bu arkadaşları yoldan çıkarmak istiyordu, oyun büyüktü ama başaramadılar. Ama burada düşman da yok, siz kendi kendinizi yoldan çıkarıyorsunuz.
Bazı şeyleri anladığınıza inanıyorum. Yine önderlik her şeyden önce şehitlerin temsilcisidir. Kimse bunu unutmasın ve bizden de bir şey istemesin. Kesinlikle kabul etmiyorum. Benim istediğim, yaptıklarım şehitlerin isteğidir, diğer şeylerin benim için fazla bir kıymeti yoktur.
Onların amacı, onların vasiyeti, onların yaşamı üzerinde ben söz sahibiyim. Bıraktıkları vasiyet temelinde sözüm var, -yürütüyorum da. Bunu anlayacaksınız. Yetersizliklerinizi üstümüze atmayacaksınız, zayıflıklarınızla bize yaklaşmayacaksınız. Çaresizliğinizle, yanlışlıklarınızla, düşkünlüklerinizle bize uzak duracaksınız. Bu şehitlere de yaklaşmayacaksınız.
Ben her zaman şehitlere söz verdim.
Haki yoldaşa söz verdim, partiyi ilan ettik.
Mazlum, Kemal, Hayri yoldaşlara söz verdim, ülkeye büyük dönüşü gerçekleştirdik.
Mehmet Karasungur yoldaşa söz verdim, Güney Kürdistan’ı devrime ulaştırdık
Kimse inanmıyordu, ama biz yaptık. Agit yoldaşlara söz verdik, Kürdistan’ın tamamında gerillayı donattık. Bütün bunlar şehitlere verdiğimiz sözlerdir.
Zilan yoldaşa söz verdik, kadın özgürlüğünü yükselttik, büyüttük. Hepsinin sözleri ve vasiyetleri yerine getirilmiştir.
Kendinizde saygı ve takdiri görüyorsanız kendinizi söz sahibi yapacaksınız. Bundan başka sizin için hiçbir şeyin değeri olamaz. Yeme-içme hepsi zafer içindir. Konuşma, yürüme hepsi partinin büyümesi içindir. Bizde keyfiyet yok, her şey insanın büyümesi temelindedir.
Her şey büyük direniş içindir.
Kendinizi başka bahanelerle üzerimizde yürütmeyin ve yanaşmayın. Bunu ısrarla söylüyorum, sonra kötü düşersiniz. Önderlik babanız değil, akrabanız değil, önderlik allahınız değil, reis ve muhtarınız da değildir. Önderlik, her şeyden önce şehitlerin vasiyetidir, her şeyden önce direniştir, her şeyden önce partidir, bir savaş çizgisidir.
Eğer önderliği böyle tanımak istiyorsanız birlikte yürürsünüz. Böyle tanımazsanız yanına yaklaşmayın. Yaklaşırsanız ajansınız: Sömürgeciliğin, düşmüş toplumun, kötülüğün, müflis kişiliğin ajanısınız.
Biz zayıf, basit, hafif insanlar için yokuz. Küçük ve zayıf insanın düşmanıyız. Biz onların yok olmaları anlamına geliyoruz. Biz büyümek isteyen insanla, kendisini gerçekleştirmek isteyen, kendisini direniş yapan, düşmana karşı kendini büyük silahlandırmak isteyenleriz. Sözümüz de bundan başka bir şey değildir.
Büyük şehitlerimiz için, parti içindeki böyle büyük kararlar şimdiye kadar yürümüştür ve yürüyecektir de. Eğer akıllıysanız, dürüstseniz ve söz sahibi olmak istiyorsanız bu çerçeve temelinde bir kez daha en büyük kararı kendi kişiliğinizde verin, kendinize karşı, kendiniz için verin. Sizden bir şey istemiyorum, şehitler sizden istiyor. Bu büyük direniş sizden istiyor, sizler de vermek zorundasınız. Eğer bu doğrular temelinde verirseniz dürüstsünüz ve kimse sizleri durduramaz. Geride kalmaz, zayıfta olmazsınız. Bu arkadaşlar zayıf mı kaldılar, geride mi kaldılar, çok zor durumlarda büyüklüklerinden taviz mi verdiler?
Hayır!
Bu büyük direnişten herkesin sonuçlar çıkarması gerekiyor. Hangi sahada ve hangi şekilde olursa olsun bu partiden uzaklaşmayı ortadan kaldırmalıyız. 14 Temmuz kararına ulaşana dek bu uzaklaşmaya karşı durmalıyız. Bu büyük şehitler kendilerini büyük direniş temelinde gerçekleştiler ve sonuna kadar yürüdüler. Çalışmanız böyle olup sonuca ulaşırsa 14 Temmuz’un sahipleri olursunuz. 14 Temmuz sahipleri ise her zaman büyük olurlar. Böyle yürüyenler bunun savaşını verenler; sabırla, bilinçle, çalışmayla bir savaş yürütürler ve her zaman zafer kazanırlar, başarılı olurlar.
14 Temmuz 1997
Rêber APO
- Ayrıntılar