Kürtler Önderlerine karşı gerçekleştirilen uluslar arası komplonun 11. yılını protesto etmeye başladılar. Bu protesto 15 Şubata kadar artarak devam edecektir. Kürt kadını “Önder Apo’nun özgürlüğü kadının özgürlüğüdür” sloganıyla bir kampanya başlattı. PKK Ağustos ayında yaptığı 10.kongrede Kürdistan Halk Önderini özgürleştirmeyi hedeflediğini ilan etti. Nitekim İmralı’da yapılan fiziki saldırıdan sonra Kürt halkı kadın-erkek yediden yetmişe ayağa kalktı. Önderlerine sahip çıktı. Taraflı tarafsız herkes bu halkın PKK önderine sahip çıktığını söyledi. Öyle ki kendi sıcak odalarında Kürdistan halkının neden sahiplendiği sorusuna cevap arama zahmetine katlanmayan birçok aklıevvel yazarlar, neden Abdullah Öcalan’a sahip çıkılıyor diyerek Kürt halkını suçladılar.
Biz 50 yaşını aşmış bazı Kürtlerin neden PKK önderini sevmediğini biliyoruz. Çünkü PKK bu kişilerin Kürdistan’da siyaset yapmalarına son verdi. Daha doğrusu PKK gerçeği karşısında gerçek yüzleri açığa çıkınca siyaset yapamaz hale geldiler. Çünkü PKK ile birlikte Kürdistan’da kolay siyaset yapma imkanı ortadan kalktı. Artık lafla Kürtlerin özgürlük ve demokrasi özlemlerini sömürme dönemi son buldu. Biz bu çevrelerin, daha doğrusu kelaynak durumuna düşmüş kişilerin Apo düşmanlıklarını biliyoruz.
Peki, bazı Türk yazarları, kendine liberal demokrat diyenler neden Apo düşmanlığı yapıyor? Onu da söyleyelim; onlar da PKK çıkana kadar kolay demokratlık yapıyorlardı. Çünkü Kürt ve Kürdistan sorunu kendini Türkiye gerçeğine dayatmadığından Kürt ve Kürdistan’a değinmeden demokratlık yapabiliyorlardı. Ya da Kürtlerden söz etseler de bunun Türkiye açısından siyasi bir değeri yoktu. Ne var ki PKK mücadeleyi geliştirip Kürt ve Kürdistan gerçeği Türkiye siyasetine kendini dayatınca bunların rahatları bozuldu. Önceden ne güzel demokratlık yapıyorlardı! Şimdi birazcık Kürtlerden söz etmek de yetmiyor. Ya Kürtlerin tam özgürlüğünü ve demokratik yaşamını savunacaksın ya da açık ve cesaretli bir biçimde Kürt sorununu savunmayınca ister istemez demokratlık ve liberallik cilaların dökülecektir. İşte bu sözde liberaller ve demokratlar PKK’ye bundan dolayı çok öfkelidirler.
Bu aristokrat demokratlar ya da devlet sevgisi derin liberaller zaman zaman barış diyorlar, silahlar sussun diyorlar, çözüm diyorlar. Bunu da aslında rahatları için istiyorlar. Çünkü gerilla ile ordu çatışınca ekonomik, sosyal sıkıntı yaşadıkları gibi, Türkiye siyaseti de sarsılıyor, Kürt inkarcılığına dayalı al gülüm ver gülüm siyaseti ve yazarlığı yapılamıyor. Bu nedenle PKK silah bıraksın ki, onlar da ekonomik, sosyal ve siyasal alanda rahat etsinler! Kürtler kimliksiz, özgürlüksüz, demokrasisiz kalmış onların umurunda mı? Tam bir orta sınıf bencilliği. Kendisi rahat olsun, onlar için gerisi tufan.
Bu kara Kürtler de bu hoş demokratların rahatlarını bozuyor. Gerilla direniyor, halk serhıldan yapıyor. Onlara göre Kürt kadınları ve çocukları ise kandırılıyor.
Sahte İslamcılar da, hatta İslam’ı çıkarı için kullanıp kirletenler de PKK ve Abdullah Öcalan düşmanı. Çünkü bu Kürtler onların sahte Müslümanlık maskelerini düşürüyor. Çünkü Kürtlerin haklarını ve hukuklarını savunmayınca kendine Müslüman ve kendine demokratlıkları Kürdistan’da etkili olamıyor.
Öte yandan bu sahte İslamcılar devleti ele geçirmek için, devletin asker ve sivil bürokrasisi içinde kabul görmek için Kürtlerin haklarına karşı çıkmaları gerekiyor. Bunu yapsalar yüzleri açığa çıkıyor, yapmasalar devlet içine girmeleri zorlaşıyor. Kürt halkı kendilerini böyle bir tercihe zorladığı için PKK ve liderine düşmanlık yapıyorlar.
İslam’ı ticaret olgusu haline getirenler, Kürt halkının direnişinin onları da diğer hükümetler gibi bitirmesinden korkuyorlar. Çünkü hükümette kalmaları da PKK’ye karşı mücadelelerindeki başarıya bağlıdır. Eğer Kürdistan halkının özgürlük mücadelesi bastırılamaz ve kontrol edilmezse, onlar da tası tarağı toplayıp gidecektir.
Şimdi belirttiğimiz bu güçlerin Kürt halkının duygularını anlamasını beklemiyoruz. Ancak gerçek demokratların, sol ve sosyalistlerin Kürt halkını iyi anlamaları gerekir. Bu konuda yetersizlikler olduğu kesindir.
Niye mi? Kürt halkı her türlü bedeli ödeyip önderliğine sahip çıkmasına rağmen demokratlar, sol ve sosyalistler bu konuda Kürt halkının yanında yer almıyorlar. Bazen İmralı koşullarını eleştiriyorlar, ama bu yeterli değildir.
Kürt halkının en hassas olduğu konu, önder olarak kabul ettikleri sayın Abdullah Öcalan’a yaklaşımdır. Kürt halkıyla bütünleşmeleri, Kürt halkıyla Türkiye demokratlarının, sol ve sosyalistlerinin duygu birliği içinde olmaları ancak İmralı sistemine karşı çıkmak ve devrimci önder Abdullah Öcalan’ın özgürlüğünü istemekle mümkündür. Yoksa Kürt halkıyla gerçek anlamda bütünleşmek zor olacaktır.
Uluslar arası komplonun 11. yıldönümü bu açıdan bir fırsat olarak görülmelidir. Tüm demokratlar, sol ve sosyalistler Kürt Halk Önderinin özgürleştirilme mücadelesine destek verilmelidir. Bu konuda Kürt kadını ve gençleriyle omuz omuza olmalıdır. Büyük devrimci, demokrat Abdullah Öcalan’a sahip çıkmak, aynı zamanda Türkiye’de halkların demokratik birliğine ve kardeşliğine sahip çıkmaktır.
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
8 Şubat gecesi saat 23:00 ‘dan başlayarak sabah saatlerine kadar TC ordusu tarafından Medya Savunma Alanlarına bağlı Xakurkê’nin Şapana, Bênavok köyleri ile Abdulkovi yamaçlarına yönelik olarak obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
9 Şubat 2009
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
2008 yılının son günlerinden başlayıp halen devam etmekte olan özel bir anti PKK ve anti HPG tabii doğal olarak bir anti APO kampanyası bütün tırşıkçıları kasıp kavurmakta. Tıpkı yaptığımız erzak depolarını bulan ayılar gibi de bu konuya doyumsuz bir şekilde yaklaşmaktalar.
Ortalığı biraz karıştırmak ve bu bağlamda karışıklıklar sayesinde kendilerini bir gün daha yaşatmak isteyen keneleri daha önce yazmıştık. Bu yüzden bu konuya girmeyeceğim.
Çok eskiye gitmeden tartışmalarda başa doğru dönersek; 2008 yılının Kasım ayı başında Sosyolog İsmail Beşikçi’nin bir röportajı yayınlandı. Bilimsel kimi eleştiriler geliştiren Beşikçi röportajın sonlarına doğru adeta bilim adamı ve demokrat kimliğini bir kenara bırakıp, “Cezaevinde, devletin çok sıkı denetimi altında tutulan PKK liderinin, örgütünü yönetmesi, Kürtlerin önünü kesmeye çalışması yanlıştır. Bu, ahlaki bakımdan da yanlıştır” demesi ve bunun da üzerine “PKK büyük bir harekettir. PKK’nin çok büyük bir hareket olduğu da söylenebilir. Ama istemleri çok küçüktür. Çok çok küçüktür. PKK bireysel haklara değil, kollektif haklara vurgu yapabilmelidir” talebi ise Kürt kamuoyunda büyük tepkiye yol açtı.
Her şeyden önce, İmralı Zındanı’nda on yıldır en zor şartlarda direnişini sürdüren Önder APO, kendisi görüşmelerinde PKK’yi yönetmeyeceğini ve böyle bir düşüncesinin olmadığını, örgütün kendi politikalarını belirlemesini ve bu kapsamda faaliyetlerini yürütmesini defalarca dile getirmiştir.
Son derece mütevazi ve demokrat olan bir yaklaşımla karşı karşıyayız. Kendisi için hiçbir şey talep etmeyen bir gerçeklik.
Peki, yıllardır Türk egemenlerinin ve faşistlerin dile getirdiği, “Apo çok konuşuyor, kral gibi yaşıyor, örgütü yönetiyor, vb.” söylemlere hiçbir şekilde ara vermediği politik oyunlarına cuk diye oturan Beşikçi’nin sözlerini nasıl değerlendirmeli? Bilim adamı ve demokratlıkla bu yaklaşım arasında nasıl bir bağ kurulabilir?
Bu taleplerle, yıllardır TC faşizminin yürüttüğü Apo’suz ve PKK’siz çözüm önerilerinin ne kadar paralellik taşıdığı ortadadır.
Tabi bizleri şu an bu sözlerin söylenmesinden çok, kimlerin bu sözleri kullandığı ilgilendirmektedir. Zira dediğimiz gibi bu sözleri bizlere yıllarca kin ve nefret besleyen kesimler dillendirmektedir. Ancak dönüp baktığımızda yıllarca içimizden biri olarak gördüğümüz “Kürt dostu Beşikçi Hoca”nın bu sözleri sarf etmesi bizleri derinden yaralamıştır. Tabi bahsettiğimiz yaralanma fiziki ya da ideolojik olandan değil.
Bizler ezilen halkların taleplerine her zaman saygı duymasını ve insan hak ve özgürlüklerini her daim savunması gerektiğini bildiğimiz ezen ulus sosyalistlerinin bu kılığa bürünmesinden yaralandık. Ya da daha farklı bir bakış açısıyla: Takke düştü, kel göründü.
Belirttiğimiz gibi Kürt Özgürlük Hareketi açısından değerlendirdiğimizde Önder APO’nun bu belirttikleri çok mütevazi bir yaklaşım. Şahsen, kimliğimi bana kazandıran ve Nasıl Yaşamalı? Sorunsalına yanıt bulmamı sağlayan Önder APO’nun fikirlerini okudukça büyük haz duyuyorum. Kürt Özgürlük Hareketi’nin de böyle düşündüğünü biliyorum. Ancak Beşikçi’nin Önderliğimizin fikirlerine karşı “Kürtlerin önünü kesiyor…” türünde değerlendirmelerde bulunması kendisine olan bakış açımızı da değiştirdi doğal olarak. Bunun üzerine HPG sitesinde ve bazı yayın organlarında bizim görüşlerimizi belirten kimi yazılar da yayınlandı.
Ve sonrasında sanki kıyamet koptu. Yok tehdit edildi, yok çizmeyi aştı denildi.
Önderliğimize ve hareketimize karşı eleştiri sınırlarını aşan ve saldırı boyutlarına varan yaklaşımlara karşı çiçek uzatmamızı kimse beklemiyor herhalde. Şunu düşünüyorum: Acaba bu kişi ve çevreler bizden “Ne güzel dedin İsmail Hoca. Ağzına sağlık.” dememizi mi bekliyorlar?
Biz şunu her zaman belirtiyoruz: Bizler Önder APO’nun ve Kürt halkının fedai ordusuyuz. Bu yüce değerlerimize karşı geliştirilmeye çalışılan her türlü imhacı yaklaşıma karşı tavrımız serttir. Ancak bugüne kadar ne İsmail Beşikçi’ye ne de daha başka bir düşünce insanına karşı böyle bir girişimimiz olmamıştır. Çünkü bizler özgür düşünceden ve ifade özgürlüğünden yanayız. Tabii anlayamadığımız konular da var: Bir tanesi mesela bir yazımızda belirtilen çizmeyi aşmak deyiminin neden bir tehdit olarak algılandığı veya öyleymiş gibi algılatılmaya çalışılması? Bir diğer konu ise bu durumda cevap hakkı doğan kişi İsmail Beşikçi iken kendisi hiçbir görüş belirtmeden tırşıkçıların bu durumu gündemleştirme çabaları.
Her şeyden önce çizmeyi aşmak deyiminin anlamını irdelemek gerekiyor. Çizmeyi aşmak sözü M. Ö. 2. yüzyılda Yunanistan’da yaşayan Apelle (Apel) isimli bir ressamın yapmış olduğu bir resmin kritiğini yapan bir ayakkabıcının eleştiri sınırlarını aşarak ilgisinin ve bilgisinin bulunmadığı konularda da yapmakta olduğu değerlendirmelere karşı söylemiş olduğu “sutor! ne supra crepidam” yani “Ayakkabıcı, ayakkabının daha yukarısı değil!” sözünden gelmektedir. İnsanların bilmedikleri konularda yapmış olduğu eleştirilere karşı söylenen bir sözdür. Pratik kullanım itibariyle baktığımızda aslında yapılmış olan eleştirinin dozajını aştığını vurgulayan farklı bir eleştiridir.
Yaşadığımız dünyada şöyle bir gerçeklik mi var: “Herkes istediği gibi Özgürlük Hareketi’ni eleştirebilir; hatta bunu saldırı boyutuna götürebilir. Ancak buna karşılık Kürt Özgürlük Hareketi’nin hiçbir eleştiri yapma hakkı yoktur. Herkes istediği gibi fikirlerini dile getirebilir ama Kürtlerin buna hakkı yoktur.” Üzgünüz ama bu tavırların sahibi olan bir insan aydın da olamaz.
Bu bağlamda değerlendirdiğimizde bir Türk aydını olarak Beşikçi, Önder APO’ya sus, konuşma diyerek düşünsel anlamda egemen sistemle benzeşmiştir. Zira ezilen halkların özgürlüğünü savunan bir aydının bunun tam tersini, “Öcalan daha fazla konuşmalı ve düşüncelerinden herkes faydalanmalı” demesi gerekmez mi? Ezilen ulusla dayanışma bunu gerektirmez mi? Düşünce özgürlüğünü savunmak bunu gerektirmez mi?
Peki, ya bütün bunları görmezden gelip, bizlerin yapmış olduğu eleştirileri çarpıtarak kamuoyuna farklı yansıtmaya çalışanlara ne demeli? Aslında yayınlamış oldukları deklarasyonlarla bizlere sus diyerek TC oligarşisine ve onun sömürgeci politikalarına ortak olmuyorlar mı?
Önder APO, 21 Ocak tarihli görüşme notunda şunu dile getiriyor: “İsmail Beşikçi bana “Apo PKK’yi cezaevinden yönetmesin, konuşmasın” diyor. Evet, şu açıdan doğru: Cezaevinden karar verilemez. Bu açıdan doğru; PKK cezaevinden zaten yönetilemez… Sayın Beşikçi, ama barış için başka da çaba sarf eden kimse yok ki. Beşikçi ve etrafındaki milliyetçiler iyi bilsin ki barış yapılamıyorsa, sorun çözülemiyorsa sizin gibiler yüzündendir. Çaba sarf edilmiyor. Ben ağır hücre cezası koşullarını da göze alarak on yıldır burada barış için çabaladım. Vicdanlı biri olarak sorumluluk duyduğum için bunca yıl çözüm için çaba gösteriyorum.”
Şimdi bizim sormaya hakkımız yok mu? Sayın Başkaya ve dostları: Yıllardır kanayan bir yara olan bu sorunun çözümü için konuşmaktan başka ne yaptınız? Konuştuklarınız da bu halkın özgürlüğüne ne kadar hizmet etti?
Bizler düşüncelere her zaman saygı gösterdik ve halen de saygı gösteriyoruz. Ancak karalama ve bir halkın imhasını amaç edinen bir görüşü de kabul etmemizi kimse beklemesin. Zira Önder APO tek başına bir kişi değildir. Bir halkı temsil etmektedir ve bunu böyle görmek gerekmektedir. Dolayısıyla PKK’nin Önder APO’ya ilişkin talepleri de bireysel değil toplumsal taleplerdir.
Yayınlamış olduğunuz bildiride bulunan teorik belirlemelerin bir kısmına katılmaktayım. Özellikle “entelektüel“ tespitinize. Ancak belirtmiş olduğunuz entelektüel tanımına uyan kişi günümüz gerçekliğinde Kürt Halk Önderi Sayın Önder APO’dur. Çünkü bu sorun o kadar can yakıcıdır ki dost bildikleri tarafından bile susturulmaya çalışılmaktadır. Ve o tüm bu baskılar içerisinde onur mücadelesini sürdürmektedir. Yine teorik açılımlarına bakıldığında genel kabul gören doğruların çok dışarısına çıktığı aşikardır.
Yine bilimle bağdaşmayan bir tespitiniz ise bizler (yaptığınız kasıt bağlamında bizler diyorum) daha doğmamışken Beşikçi’nin büyük mücadeleler verdiğini belirtmeniz. Yani kısaca diyorsunuz ki eski olan eleştirilemez. (Burada da eleştiri diyorum. Çünkü herhangi bir saldırıya giriştiğimizi savunmuyorum) Peki sormazlar mı eskiyi eleştirmeden yeniyi nasıl kuracaksın? Ya da eskiden kabul gören genel doğrular, bu doğruluklarını her zaman koruyabilirler mi? Nerde kaldı değişim, dönüşüm? Nerede kaldı diyalektik? Kaldı ki Beşikçi’nin geçmişte yürüttüğü faaliyetler ve verdiği mücadeleler konusunda aksi bir şey söyleyen de olmamıştır.
Peki, bütün gerçeklerden arınmış bir şekilde ve bir halkın mücadelesini görmezden gelerek yapılan bu karalama politikalarını sosyalistliğin ve demokratlığın neresine koyacağız.
Bütün bunlar birleştirildiğinde kim kimi tehdit etmekte ve kim kimi susturmaya çalışmaktadır?
Her şey ortadadır. Vicdansa kamuoyundadır.
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
5 Şubat günü TC ordusuna ait savaş uçakları tarafından Medya Savunma Alanlarına bağlı Xakurkê alanına yönelik olarak yapılan hava saldırılarında Akif (Kawa Salıh Hamo), Hidar (Muhammed Bahçeci) ve Mahir (Azad Ünal) isimli arkadaşlarımız şahadete ulaşmıştır.
Şehit düşen arkadaşlarımızın sicil bilgileri;
Kod adı: Akif Kobani |
Kod adı: Hidar Ferat |
Kod adı: Mahir Leheng |
8 Şubat 2009
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Kendin ol ey Kurdino!..
Ve önce kendini tanı ki, düşmanını tanıyasın.
Kendini tanı ki, özgürleşesin.
Kendini ve düşmanını tanı ki, tarumar olmayasın.
Kendini ve düşmanını tanı ki, un ufak olmayasın.
Kendini ve düşmanını tanı ki, başkasının askeri olmayasın.
Kendini ve düşmanını tanı ki, başkalarına vatan kazandırırken, kendi vatanında, vatan kazandırdıklarının kölesi olmayasın.
Kurdino bak Kürtler Irak’ta, Şiileri güç yaptılar, şimdi de Maliki, Kürtleri köleleştirme yolunu ve sistemini oluşturuyor. Kurdino bunun mucidi Osmanlıdır.
Bunun için tarihini iyi tanı.
Tarihini tanı ki, O’na Ortadoğu kapılarını, imparatorluğunu ve İslam halifeliğini xelat olarak verdiğin Yavuz Sultan Selim gibi kadim cellatlar sana yazının başlığına aldığım sözleri söyleme cesaretini göstermesin.
Tarih bilincini öyle derinleştir ki, hiçbir kimse senin hakkında tek bir olumsuz düşünceyi bile hissetmesin.
Kurdino gözlerini bir şahin gibi uzaklara dik.
Bakışların derin ve keskin olsun.
Ufkuna evreni al.
Yüreğine ve beynine derinlerden bir duygu ve bir düşünce gelsin.
Ve ihanetçi İdris-i Bitlis-i’yi hatırla.
Ve ittifak yaptığı Yavuz hırsızı hatırla.
O’nu sultan-i cihan, halife, imparator yapan Kürtlere nasıl hakaret ettiği şiiri oku, oku ve oku.
Önce kendin oku, akabinde de nerede bir Kürd ferdi varsa ona da oku, oku ve oku.
Şimdi de kartal burunlu, kıyımcı ve ortaçağın en kan dökücüsü azam-ı celladı Yavuz’un şiirini okuyalım ki, Kürde düşmanlığın nereden geldiğini anlayalım.
Yavuz hırsızı Amasya’da bir çeşmenin taşını kazıya kazıya yazdırdığı şiire gelelim.
Cellat halifenin şiiri şöyledir:
“Kürde fırsat verme yarab.
Dehre sultan olmasın.
Ayağını çarık sıksın.
Gönlü huzur bulmasın.
Vur sopayı, al haracı.
Karnı bile doymasın.
Ol çeşmeden gavur içsin.
Kürde nasip olmasın.
Vasiyetim oldur kim,
Kürd bin kere yalvarsın.
İnanma, kanma.
Yakana bit, kapına Kürd dadandırma”.
Zamanenin Yavuz’u, Katil-Qerdoğan da aynen bu şiiri öykünüyor.
Ve Osmanlı torunuyum diyor.
Diyor ki, “söz konusu millet olunca bizler her türlü ideolojiyi bir yana bırakırız.
Milletimizin menfaatini savunuruz.”
Davos’ta yaptığı konuşmayı böyle savunuyor.
Celallendikçe celalleniyor.
Fetul-Münafık ile birlikte Kürdistan’ı talan coğrafyasına çeviriyor.
Yavuz’un Kürdistan talanı aşine ve harac iken, Katil-Qerdoğan’ın ise hukuksuzluğun ve sömürgeci yol bulmalara uydurulmuş şekliyledir.
Kurdino Yavuz’u ve dönme dolaplarını, tuzaklarını, kapanlarını unutma ki, Katil-Qerdoğan’ın ağına düşme.
Osmanlı’dan bugüne devredilen bu ırkçı sistemi çöz ki, onun askeri olmayasın ve Şemzinan’nın Wargenima Karakolu’nda askerlik yaparken, öldürülen Patnoslu Kürt Burhan Güzelaydın gibi bir akıbetin olmasın.
Kurdino başkasının askeri olma.
Kurdino başkasının askeri olma ki, Burhan Güzelaydın gibi katletmesinler.
Kurdino senin rotan bellidir.
Bak dağlar sana sinesini açmış, gel diyor.
Daha ne bekliyorsun ki?
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
1. 5 Şubat günü gündüz saat 11:30 ‘da TC ordusuna ait savaş uçakları tarafından Medya Savunma Alanlarına bağlı Xakurkê’nin Lelîkan Köyü’ne ve çevresine yönelik olarak hava saldırısı yapılmıştır.
2. 5 Şubat günü 12:00-17:00 saatleri arasında TC ordusu tarafından Medya Savunma Alanlarına bağlı Xakurkê’nin Şapana, Daila, Bênavok ve Abdulkovi yamaçlarına yönelik olarak obüs ve havan saldırıları yapılmıştır.
Yapılan saldırılar sonucu köyler ve çevrelerinde maddi hasar meydana gelirken, güçlerimiz herhangi bir zarar görmemiştir.
6 Şubat 2009
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
1. 4 Şubat günü gündüz saat 13:30-15:00 saatleri arasında TC ordusuna ait savaş uçakları tarafından Medya Savunma Alanlarına bağlı Xakurkê’nin Musolokê Köyü’ne yönelik olarak hava saldırısı yapılmıştır.
2. 4 Şubat günü akşam saat 18:30-19:30 saatleri arasında TC ordusuna ait savaş uçakları tarafından Medya Savunma Alanlarına bağlı Xakurkê’nin Lelikan Köyü’ne yönelik olarak hava saldırısı yapılmıştır.
Yapılan hava saldırıları sonucu köylerde maddi hasar meydana gelmiştir.
5 Şubat 2009
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Hele şu pişmiş kelleye bakın.
Hele şu zalime bakın.
Hele şu utanmaz katile bakın.
Hele şu deccala bakın.
Sen kim oluyorsun da, zalimken, mazlumluğa oynuyorsun.
Sen kim oluyorsun da, Kürtleri kırımdan geçirirken, kahramanlığa oynuyorsun.
Sen değil misin ki, yetmişlerde Akıncılar örgütüne üye iken Kürtleri katleden.
Sen değil misin ki, “çocukta olsa, kadında olsa gereği yapılacaktır” diyerek bir bir Kürt çocuklarının katline fetva veren.
Senin fetvanla katledilen çocukları bak.
Batman’da oyun oynarken vurdurttuğun, 3 yaşındaki Fatih Tekin hani?
Amed’de bir gazetecinin kucağında son nefesini veren, 8 yaşındaki Enes Ata hani?
Hani 9 yaşındaki Amedli Abdullah Duran?
Hani 17 yaşında gençliğine adım atarken, kurşunlarla canını aldırdığın Amedli Mahsun Mızrak?
Hani daha annesinin kokusuna doymadan, yetiştirdiğin cellatlarla canını aldığın, 8 yaşındaki Amed’li İsmail Erkek?
Hani daha kaytan bıyıkları terlemeyen, Amedli Emrah Fidan?
Ya senin yetiştirdiğin cellatların kameralar önünde kolunu kırdıkları Cüneyt Ertuş için ne diyorsun bre deccal?
Bre deccal, bunları yapan sen iken, senin nasıl bir katil olduğunu iyi biliriz.
Bre katil sen değil misin ki, İstanbul’daki Siyonistlerle işbirliği yapıp kendine iktidar kapıları açtıran.
Sen değil misin ki Siyonistlerin elinden kahramanlık ödülü alan.
Sen değil misin ki, Siyonistlere yılda 3 milyar dolar civarında para veren.
Ve bu parayla aldığın Heronlarla, tanklarla ve lazerlerle Kürtleri katleden.
Sen değil misin ki, “ya sev ya terk et” diyen.
Sen değil misin ki, Türk ordusunun yaptığı her katliam ardından orduyu tebrik eden.
Sen değil misin ki, 5 yaşındaki Kürt çocuklarını kültürel soykırımdan geçiren.
Sen değil misin ki, inkarcılık ve münafıklık yapan.
Bunlardan milyon kat fazlasını yapan sen.
Yine de utanmadan Davos’ta şov yapan sen.
Bunların hepsini birer şamar gibi yüzüne vuracağız.
Bunları bilesin.
Ey çağımızın vampiri Katil-Qerdoğan.
Bunların hepsini yapan sen iken;
Bilesin ki aldatamazsın bizleri ve bilcümle Kürtleri.
Biz bunun için diyoruz ki, seçim şovunu yapma Katil-Qerdoğan.
Amedli pexwesların deyişiyle diyoruz ki,
“Berdeee bine te erdeee!”
Berdeee eme hılbijartinede te bixinîn bine erdee.
- Ayrıntılar
Geçenlerde Silopi'de DTP'lilerin öncülüğünde geçmiş yıllarda yaşanan failleri belli olup da failleri meçhul kabul edilen JİTEM katliamlarını protesto amaçlı dev bir miting yapıldı. Bu mitingde taşınan ÖLÜLERİMİZİN KEMİKLERİYLE YÜZLEŞECEKSİNİZ pankartı oldukça dikkat çekiciydi. Dikkatleri çekmenin de ötesinde yaşanan bir gerçekliği bu kadar sade, çarpıcı, çıplak dile getirme ancak bu kadar olabilirdi.
Halkların her zaman doğruları dile getiren hislere sahip olduğunu biliriz. Doğruları ifade etmenin ve dile getirmenin de ötesinde çok güçlü önsezilere sahip olduklarını da biliriz. Kürt halkı da özelde son yıllarda tarihi doğruları hissederek geleceği önsezileriyle çok güçlü bir şekilde ifade etmektedir.
Ben aslında bu hafta bu olaya ilişkin yazmak istiyordum. Ancak yazımı yazmadan Davos'ta Erdoğan'ın Filistin İsrail konulu panelde yaptığı tartışma ve tartışmanın ardından ortaya çıkan tabloyu izledik. Doğrusu çok sert ve cüretli bir çıkıştı. Bir kaç hafta önce Filistin katliamını Erdoğan'ın Olmert'le anlaşarak yapmış olabileceğini bu bağlamda danışıklı bir dövüşün söz konusu olduğunu yazmıştım. Davos'ta Peres ve Erdoğan arasında yaşanan sert tartışmanın ardından ortaya çıkan sonuçlara bakacak olursak benim yanlış bir tespitte bulunmuş olduğum ortaya çıkmaktadır.
Bir birey yapacağı yanlışları ya da yanılgıları itiraf etmesini de bilmelidir. Yanılmışım. Ve bunu açıkça ifade ediyorum.
Erdoğan Davos'ta birçok doğruyu dile getirdi. Erdoğan adeta 17 eğilimi bir araya getirerek ne kadar güzel söz varsa bulup söylediğini geçmişte dile getirmiştik. Neredeyse birçok solcunun dile getirmediğini, hatta ezilenlerin argumanlarını da arkasına alarak söylemde sahiplenerek dile getirdiğini de yazmıştık. Ve bunun için Erdoğan'ı yazılarımızda tarihin en büyük demagoglarından biri olduğunu da yazmıştık.
Tarihi doğruları söylemek yetmiyor. Tarihi doğrulara yaşamıyla, pratikleriyle ne kadar sahiplik edildiği önem kazanıyor. Alevilerin deyimiyle sözüyle özü ne kadar birdir, ne kadar uyumludur asıl olan budur. Zaten bir demagogla özgürlük ve adalet peşinde koşan bireyler arasındaki fark budur. Ya da doğru mu söylüyor yoksa iş olsun diye çıkarları için mi söylüyor olmanın arasındaki farkta budur.
Erdoğan İsrail devletinin çoluk çocukları öldürdüğünü söyledi. Ve bunu insanlık suçu olarak ele aldı. Hatta insanlık bu saldırıları destekleyenleri ve alkışlayanları da insanlık suçuna ortak olmakla eleştirecektir dedi. Peki, Erdoğan'ın daha bir kaç yıl önce aileler çocuklarına sahiplik etsinler yoksa karışmayız sözlerine ne demeliyiz? Peki, Türk devletinin o kadar faşizan saldırılarına gözü kapalı destek veren arka çıkan hatta "ordu güçlerimizi kutluyoruz" diyenlere ne demeliyiz?
İsrail devletinin orantısız güç kullandığını ve Gazze'de bulunan silahların İsrail'de bulunan silahlarla kıyaslanamayacak düzeyde olduğunu söyledi. Peki, Türk Silahlı Güçleri ile gerillaların silahlarını karşılaştırdığımızda ne diyeceğiz? TSK'nin Medya Savunma Bölgelerine neredeyse gece gündüz her türden silahlı saldırılarına, top atışlarına, uçak saldırılarına ve misket bombalarına maruz kalmalarına ne ad takacağız?
Türkiye'nin ne kadar Filistin ile İsrail arasında hatta İsrail ve Suriye arasında barış görüşmeleri için çaba sarf ettiklerini dile getirdi. Peki, aynı Erdoğan kendi coğrafyasında yaşanan bu düzeyde büyük bir sorunun çözümü için bırakalım arabulucu olmasını neden arabuluculuk için küçücük iyi niyet adımı atmak isteyenleri ihanetçi ve hainlikle suçluyor?
Peres'in sesini yükseltmesinin altındaki nedenin suçluluk psikolojisini yansıttığını ya da suçlu olan birinin ruh halini yansıttığına benzer sözler sarf etti. Peki, biz Erdoğan'ın Kürtlere karşı bu düzeyde bağırarak, neredeyse küfrederek konuşma üslubunu nasıl ele alacağız?
Sözün kısası: Erdoğan'ın söyledikleri ne kadar güzel ve kulağa hoş gelse de samimi olduğunu söylemek çok zordur. Erdoğan'ın söyledikleri ile yaptıkları birbirini tutmuyor. Özüyle sözü bir değildir. Hani var ya eğri otur ama doğru konuş diye. Erdoğan hem eğri oturuyor hem de doğru konuşmuyor. Böyle olunca iknacı olmuyor. Dalavere yaptığını söylemek çok abartı olmuyor. Yukarıda dile getirdiğimiz demagogluk tanımına yakın duruyor. Hatta yaptığı tam bir demagogluk oluyor.
Erdoğan Davos'ta söylediklerinin iknacı olmasını istiyorsa öncelikle insanlık suçu işleyen Türk ordusunu durdurmalıdır. Kürt halkına karşı uygulanan kültürel soykırıma son vermelidir. Türkiye'nin en büyük sorunu olan Kürt sorununa dönük barışçıl adımlarını atmalıdır. Bu da Kürdistan'da yapılan operasyonların ve Kürt coğrafyasına yağan bombaların durdurulması anlamına geliyor.
Ve belki de her şeyden daha manidar olacak olan Kürtlerle-Kürt Özgürlük Hareketi’yle direk ilişkiler geliştirerek kangrene dönüşmüş olan, kanayan bu soruna acilen çözümler aramak olacaktır. Bu da halkımızın dile getirdiği "ÖLÜLERİMİZİN KEMİKLERİYLE YÜZLEŞECEKSİNİZ" doğrusuyla mümkündür.
Not: İsrail ile halen sözde bu kadar çelişkilere rağmen ilişkilerin sürdürülmesini, Davos'taki sert çıkışın belediye seçimleriyle bağlantısını, dünya da anti İsrailci ve anti Amerikancı Müslüman ve muhalif duranlara verilen mesajların ne anlama geldiğini başka bir yazıda dile getirmek umuduyla.
- Ayrıntılar
Rêber APO
Sosyal zeminin zayıflığı ve bu zemin üstünde yükselen politikalarının yetersizliği, içerde ve özellikle de dışarıda içerisine girmiş oldukları son derece hatalı ilişkiler nedeni ile ilkel miliyetçi ve reformist yaklaşımların sorunu çözmek bir yana yarayı daha da derinleştirdikleri ortadadır. Geçmişte doğru bir siyasal program, stratejik ve taktik anlayış geliştiremeyen bu güçler, bugün de aynı olumsuz yapılarını devam ettirmekte ve bu nedenle de sorunun kaynağı olmaktan kurtulamamaktadırlar.
Her şeyden önce, ilkel miliyetçi ve küçük-burjuva güçler, Kürdistan geneli ve kendi parçaları içindeki gerçek konumlarını doğru belirleyememekte ve bu konudaki olumsuzluklarını devam ettirmektedirler. Coğrafyası, nüfusu ile Güney Kürdistan'ın Kürdistan geneli içindeki yeri ve rolünün ne olacağı, ne olması gerektiği sorusunu hala çözüme kavuşturmaktan uzak bulundukları gibi, geçmişte daha çok kendi öz güçleri ile değil, bazı fırsatlara dayanarak hareket geliştirmişseler de, bugünkü yapılarıyla fazla ileriye gidemeyecekleri açık olduğu halde, bu durumlarını görememekte veya görmemezlikten gelerek olumsuz yapılarında ısrar etmektedirler. Geçmişte yarı-feodal, yarı-burjuva önderliğin yaptığı gibi, günümüzde küçük-burjuva yanı ağır basan önderlik de, mevcut yapısıyla kendi parçasında bile önderlik yapamazken, Kürdistan geneline önderlik yapmasının mümkün olmadığını kavrayamamakta ve bu konudaki olumsuz tutumunu sürdürmeye devam etmektedir. Bu anlayış, söz konusu güçlerin doğru bir program, strateji ve taktiğe ulaşmalarını ve doğal olarak soruna çözümleyici bir güç olmalarını engellemekte, giderek mücadeleye engel bir konuma düşmelerine neden olmaktadır.
Bu güçler Kürdistan halkının çıkarlarını gözeten doğru devrimci program geliştirememekte, daha çok burjuvalaşmak isteyen yarı-feodal, yarı-burjuva kesimlerin çıkarlarını gündemleştiren bir otonomi programı ile ortaya çıkmakta, kendi çıkarlarını Kürdistan ve Irak'taki devrimci bir hareketin geliştirilmesinde değil, otonomi vb. yollarla elde edecekleri birtakım hakların gerçekleşmesinde görmektedirler. Bu doğrultuda oluşturdukları siyasal programları, kendi sınıfsal konumlarının bir ifadesi olarak devrimci-demokratik bir hareket geliştirmek yerine, bazı reformlarla kendi burjuva dönüşümlerini sağlamayı hedeflemektedir. Günümüzde küçük-burjuva eğilimi örgütleme iddiası ile ortaya çıkan önderlik de hemen hemen yarı-feodal, yarı-burjuva önderliğin sahip olduğu siyasal program, strateji ve taktikleri benimseyerek aynı olumsuzluğu devam ettirmektedir.
Halbuki, Güney Kürdistan için devrimci bir ulusal kurtuluş programının oluşturulması, Irak'ta devrimci-demokratik bir programın çözümlenmesinde de temel bir faktör olacaktı. Ama bu güçler, bugün de önlerine koydukları gelişmemiş, dar reformist siyasal programları ile sonuca gitmeye çalışmakta ve hem de siyasal iktidarın özüne dokunmadan bunu yapmak istemektedirler. Ülkenin içerisinde bulunduğu sosyo-ekonomik koşulların doğru bir tahlili yapılamadığından, doğru devrimci bir program da yaratılamamıştır. Program diye ortaya konulan şey, halkımızın bağımsızlık ve özgürlük mücadelesiyle bir ilişkisi olmayan, feodal-burjuva öğelerin dar sınıfsal çıkarlarını korumaya yönelik birtakım formülasyonlardır. Halkımızın ulusal ve sınıfsal talepleriyle bu denli ayrı ve aykırı düşmüş olan bir programın birçok olumsuzluğa zemin oluşturacağı açıktır.
Soruna hala, hem Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi ve hem de Irak'taki devrimci dönüşümler açısından yetersizliği ve gericiliği açığa çıkmış olan otonomi talebinin programlaştırılması temelinde yaklaşılırsa, açık ki çözüm sağlanması mümkün olamaz ve bu güçler çatışmalardan kendilerini kurtaramazlar.
Stratejik düzeyde içerisine girilen hatalı eğilimler giderilmeden, bu güçlerin sorunu çözüme götürme girişimlerinin hiçbir sonuç vermeyeceği çok açık olduğu halde, bu konuda olumlu bir tutum içine girmekten ısrarla kaçınmaktadırlar.
Dışarıda geliştirilen stratejik anlayış, aynı hatalı biçimiyle kendisini mevcut güçlerin aralarındaki ilişkilerde de duyurmaktadır. İçte yurtsever güçler arasında ittifak ve ilişki geliştirilmesi gerekirken, aşiretçi-feodal çıkarlar ön planda tutularak, bölünmüşlük ve parçalanmışlık daha da derinleştirilmekte ve dışarıda yedeği durumuna düşülen güçlerle ilişkinin bir ürünü olarak, içeride de çeşitli kümelenmeler ve gruplaşmalar doğmaktadır. Bir de buna sosyal zeminin zayıflığının yol açtığı karmaşıklık eklenince, durum daha da vahimleşmektedir. Kendi aralarında cephe ve ittifaklar sorununu doğru bir temelde ele alıp pratikte somutlaştıramayan bu güçler, ittifak sorununu Kürdistan'ın diğer parçalarına da yanlış bir biçimde yansıtmakta ve önemli sorunların doğmasına yol açmaktadırlar.
Dış güçlerle bağımlılık temelinde girilen ilişkiler çatışmaların derinleşmesindeki en temel etkenlerden biridir. Her ne kadar, bazı güçlerin içerisine girdikleri ilişkiler nispeten ilerici bir özelliğe sahipse de, bu ilişkiler çatışan tarafların tutumlarını olumlu yönde etkileyebilecek veya çatışmaları engelleyebilecek bir düzeyde bulunmamaktadır. Nitekim ilerici ülkelerle ilişkide olan güçler bile, kendileri bu çatışmaların bir tarafı ve kaynağı olmaktan kurtaramamaktadır. Kuşkusuz, sorunun çözümü sıradan bir-iki ilişkiye dayanmamaktadır. Stratejik anlayışın hem içte ve hem de dışta doğru temele ve doğru ilişkilere oturtulması gerekmektedir. Soruna böyle bir temelde yaklaşılmadıkça, hatalı ittifak ve ilişkilerin yol açtığı çatışmaların birliğe dönüştürülmesi olanaklı görülmemektedir.
Ama mevcut güçlerin durumunu incelediğimizde, böyle bir konumdan uzak bulundukları acı gerçeği ile karşılaşmaktayız. Bırakalım tüm güçlerin kendi aralarında bir cephe ve ittifak geliştirmelerini, benzer anlayışlara sahip gruplar bile birlik konusunda fazla mesafe alamamakta, bu konuda sarfettikleri sınırlı çabalar ise belirtilen konumlarından ötürü dağılıp gitmektedir. Bu derece zayıf bağlarla birbirine bağlı olan bu güçlerin halkın çıkarlarından çok kendi çıkarlarını gözetecekleri ortadadır. Bu anlayışın stratejik yönelimlerine de hakim olması, açık ki bu güçleri iç çatışmalara yatkın bir hale getirmektedir.
Bunun yanı sıra, benzer stratejik hatalar taşıyan Kuzey Kürdistan'daki reformist-teslimiyetçi güçlerin oportünist yaklaşımları da, sorunu çözüme ulaştırmaktan uzak bulunmaktadır. Geçmişte "UDG" adı altında ortaya sürülen ve Kürdistan halkının değil, sadece bazı güçlerin dar grup çıkarlarını korumaya yönelik "birlikler"le sorunun çözülemeyeceği bugün artık herkesçe bilinmektedir. Fakat son derece açık olan bu gerçeğe rağmen, aynı çevreler günümüzde de "5'li Platform" vb. gibi sözde "birlik" çabalarıyla bu olumsuz tavırlarını sürdürmeye devam etmektedirler. Kaldı ki, gerek geçmişte "UDG" olayında ve gerekse günümüzde "5'li Platform" çabalarında görüldüğü gibi, halkın ulusal kurtuluş mücadelesinden uzak, bazı ince hesaplar üzerine kurulan birlikler fazla yürümemektedir. "UDG" daha oluşumunun 1. yılını doldurmadan dağılmakla yüz yüze kalırken, bugün de "5'li Platform" daha vücut bulmadan, kendi içinde bölünmeye ve dağılmaya uğramıştır. Fakat bu kadar açık ve son derece öğretici olması gereken gerçeklere rağmen, bazı çevrelerin aynı olumsuz yapıyı, bir parçayla da sınırlı tutmayıp tüm Kürdistan çapında geliştirmek istediklerini görmekteyiz. Özellikle de her dört parçadaki otonomici küçük-burjuva eğilimin fırsatçı ve diğer güçleri zayıf düşürücü bir anlayışla, ilkesiz bir temelde reformist talepler çerçevesinde geliştirmek istedikleri birlik sorununun çözümünde bir yol olmadığı gibi bölünme ve gruplaşmayı daha da artırmakta ve çözümsüzlüğü daha da derinleştirmektedir.
Aynı şekilde bu güçlerin doğru bir örgüt ve eylem çizgisi geliştirememeleri de birliğin gerçekleştirilmesini engellemektedir. Bu güçlerce günümüze dek de Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin sorunlarını yüklenecek modern, ulusal kurtuluşçu bir örgütlenme yaratılamamış, klasik öğelerle modern öğeleri, komünistlerle ilkel-miliyetçileri bir arada tutan karmaşık ve ilkel örgütlenme aşılamamış, hatta birçok güç aşiretçi-feodal yapıyı olduğu gibi koruyarak onu modern örgütlenmenin yerine geçirmeye çalışmıştır. Örgüt bağları yerine, aşiretçi-feodal bağların geliştirilmesi, mevcut güçlerin iç yapılarını toplumdaki aşiretçi-feodal bölünmüşlüğün etkilerine açık tutmakta, bu ise örgütlerin iç yapılarını bile çatışmalara uygun bir zemin haline getirmektedir.
Doğru bir eylem çizgisinin geliştirilmemesi ise sorunun çözümünü engellemektedir. Doğu ve Güney Kürdistan güçleri, kendi öz güçlerine, tarihi-toplumsal koşullarına ve devrim ile karşı-devrimin durumuna dayanan ve bunları temel alan bir eylem hattı değil, daha çok dış güçlere ve bazı fırsatlara bağlı bir eylem çizgisi geliştirmektedirler. Halkın savaşçı ve direnişçi potansiyelini Kürdistan bağımsızlık mücadelesine kanalize edecek bir eylem çizgisi izleyeceklerine, bu potansiyeli kendi bencil çıkarları içerisinde eriten ve giderek tüketen bir tutumla; otonomi elde etme doğrultusunda bir eylem çizgisi geliştirmektedirler. Örgütler, aşiretlere vb. güçlere dayandığından, eylemler de, aşiretçi-feodal güçlerin çıkarlarını korumaya yönelik olarak geliştirilmektedir.
Gerek örgüt ve gerekse eylem konularında bu güçlerin içerisinde bulundukları olumsuzluklar ve yetersizlikler nedeniyle ortaya çıkan çatışmaların önü alınamamakta, bilakis bu tutumların sürdürülmesi sonucu çatışmalar daha da derinleştirilmektedir. Halbuki, ulusal kurtuluş hedeflenip, doğru bir örgüt ve eylem çizgisi geliştirilmesi halinde, sorunun çözümü son derece kolaylaşacaktır. Bu nedenle yıllardır kullanılan fakat olumlu bir sonuç vermediği gün gibi açık olan ilkel reformist-milliyetçi örgüt ve mücadele çizgisinin aşılması, doğru bir örgüt ve mücadele hattına ulaşılması, problemin çözümü için temel önemdedir. Sorunun çözümünde hala o eski anlayışlara bel bağlamak -hiç istenmese de- acımasız iç çatışmaların kucağına düşmeyi kaçınılmaz kılacaktır.
Sonuç olarak, yarı-feodal, yarı-burjuva güçlerin soruna çözüm getirmeleri; dayandıkları sosyal zeminin zayıflığı, Kürdistan ulusal kurtuluş sorununun çözümünü devrimci değil reformist bir tarzda gerçekleştirmek isteyen siyasal programları, içeride ve özellikle de dışarıda içerisinde bulundukları hatalı stratejik eğilimleri, çeşitli dış güçlerin yedeği durumuna düşmeleri ve taktik hattın doğru geliştirilememesi nedeniyle mümkün değildir. Sorunun esas olarak ilkel milliyetçi ve oportünist eğilimlerden kaynaklandığını göremeyip, hala bu tutumlarda ısrar edilmesinin çözümsüzlüğü daha da derinleştireceği açıktır. Bunun için her şeyden önce ilkel-milliyetçi ve oportünist yaklaşımlarla soruna çözüm aramaktan vazgeçilmelidir.
- Ayrıntılar