Büyük boşluklar, amansız iç çekişmeler geride kalanlar için,
Soğuk düşler…
Ağrıyan bir yüreğin çaresizliğinde sadece derin bir boşluğu yaşayan o kalanlar…
Gidenlerin bıraktığı, kalanlar…
Ve yarım
Ve çok eksik… Kalanlar… Bizler…
Alışılmamış bağlanmalar, anlatılamayan arkadaşlıklar yoldaşlıklar ve birbirlerine sevdalanan yürekler…
Yüreğini ve ruhunu Gabarın herhangi köşesinde bırakıp gelenler
Bir Gabar Yalnızlığına bıraktığı yüreğinin ve ruhunun hal hatırını sorduğumda
Orda kaldı ikisi de demişti Heval Nupelda…
Sonra uzandım oralara… Feraşinden Gabara kadar uzanan yolculuğa dokundum
Anlamak için orada bırakılan her şeyi…
Kaybolmanın ve yitirilmenin kıyısında yaşadığım onca hayatın anlamsızlığında büyürken, çocukluğuma ve geleceğe bir anlam bulamanın çaresizliğiydi hep yaşadığım. Amaçsızlık, ya da sadece günleri geçirmenin tuhaflığı… Oysa dağlarda kurulu bir yaşam vardı. Kendi canlarını yeni bir hayat kurmak için feda edenlerin hikâyeleri vardı dağlarda… Kavgaları armağanları ve kazandıkları güzel bir yaşam vardı… Avuçlarımda yitirilmeye az kalmış birkaç yaşanmışlığın dışında hiçbir şey kalmamıştı… Hayatım ve yaşadığım zaman içinde söylenmiş, söyletilmiş onca cümlelerde bir umut doğmamıştı o ana kadar… Oysa bazen bir cümlenin ardında yepyeni bir başlangıç olur. Yolları inişli çıkışlı ama yine de olması gereken yepyeni bir başlangıç…
İşte her şey istenilen yerde başladı, tam da başlanması gereken o nokta da, o ilk tokalaşmada…
Onunla daha sonra onlarla, ilk söylenecek bir cümlede yeni bir başlangıç doğacaktı, taze ve hiç dokunulmamış…
''Merhaba heval, hoş geldin aramıza kavgamıza yüreğimize''… Gözlerinin parlayan bakışlarıyla bu cümleyi uzattığında yüreğime, hayatını değiştirecek ilk kapıyı, Heval NERGİZ açmıştı. Bir başlangıçtı bu sadece… Bir akşam saatinde, karanlığa gömülmüş bütün yanlarım aydınlığın sarılışında bir yolculuğa en heyecanlı saatlerini yaşıyordu.
Merhaba heval hoş geldin. Gerilla ya hoş geldin… Bazen bir başlangıç için yeterliydi bu cümleler… Eğer istenilen bir başlangıçsa…
Ve Heval NERGİZ'in rehberliğindeki yolculuğumuz başlamıştı…
Heval NERGİZ'i daha önce de tanıyordum. Arada yapılan tartışmalarda hayata bakışından anlıyordum ona ait kavgasının büyüklüğünü, anlamını ve gerekliliğini… Oysa benim kendime ait hiç bir kavgam yoktu, halkıma kavgam yoktu… Ama onun halkı uğruna verdiği bir kavgası vardı. Ben uğruna verdiği bir kavga… Ve bunu gördükçe onda, söylediğim şeylerin bir anlamı olmuyordu.
Şimdi onun verdiği kavganın yoldaşı olabilmeyi seçtiğim için yaptıklarımın, yapacaklarımın bir anlamı olacaktı…
Uzun ve ince bir yolculuğun gecesiydi zaman… o büyük karanlığında Feraşinin, uzayıp giden patikalarından geçiyorduk. Yıldızlarından, sessizliğinden, direnişinden geçiyorduk. Onu izleyerek yürüdüğümde mırıldanarak türküler söylüyordu Heval Nergiz. Onunla her şey yolunda gidiyordu. Ben sadece onun izinden o karanlıktan yürümenin sessizliği içindeydim. Yüreğimde sayısı çoğalmış ve çoğalmakta olan duygular… Sevinçler doğuyordu attığımda her adımı…
Yüksek bir tepesinde Feraşinin, yeşilliğinin üstünde sanmıştım kendimi o noktadan baktığımda… Kalabalık bir arkadaş grubu vardı. Güneyden yeni gelen Dersim Grubu da gelmişti. Hepsiyle tanıştıktan sonra, Heval Mehmet karşıladı bizi. Gülümseyen yüzüyle, bütün sıcaklığıyla karşılamıştı bizleri. İçten sohbetinin içinden geçen sıcak yoldaşlığının havası çarpıyordu yüzümüze. Yanına çağırdığında, silahını da alarak bir kayanın üzerine çıkardı beni, sonra duygularımı amacımı niçin katıldığımı sordu. Verilen kavganın bir ucundan tutmak için geldiğimi, Yapabileceğim bir şeylerin olabileceğini söyledim ve hepsi bu dedim. İyi dedi, yapabileceğin çok var burada… ''Tu Xêr hati disa… Em gelek keyxweş bûn, bı hatina te''…
Bu ikincisiydi hoşgeldi'nin… Gördüğüm herkesin en anlamlısı olan hayata hoş gelmemi diliyordu ve bu en iyi destekti benim için… Yüzümdeki tebessümle ve gözlerimdeki parlayan neşeyle Heval Mehmet, elini omzuma atarak'' demek bu yemyeşil uzun, geniş Feraşin senin öyle mi'' dediğinde o an aklım başka yerdeydi… İçimde heyecan ve ruhumun bir komutanın yanında sohbet ediyor olmasından doğan gururla ilgileniyordum ve şaşırarak'' evet benimdir'' dediğimde büyük bir kahkahanın ortasında bulmuştum kendimi. Heval Mehmet ve yanındaki bütün arkadaşlar gülmüştü bu şaşkınlığıma…
Güzeldi onların yanında olmak. Onlar gibi bakmak, uzanmak çay bardağına ve hissetmek o anı. Sevebilmek onlar gibi her şeyi, bir sarılmayı, bir anısı yaşanmışlığın… Güzeldi onlarla aynı göğün altında seyretmek olup bitenleri, dünyayı yorumlayabilmeyi… Her şey güzeldi…
İki çay alıp yanıma gelen Heval Merxwaz ile sohbet etmiştik. Derin sohbetinden kendimi görmüştüm. O kanayan yanlarına, acıyan, sızlayan yaralarıma dokundukça, sohbetlerinden geçiyordu bütün her şeyin çözümü. İlerde yapmam gerekenleri sıralıyordu. Eğer kendime, halkıma, kavgama, partime yararlı olacaksam ilk önce kendime yararlı biri olmam gerektiğini söylemişti. Çünkü her şey insandan başlar. Kendimi düzelttiğimde eğri ve yolunda olmayan ne varsa bu şekilde düzeltebileceğimi anlatmıştı. Heval Merxwaz derinleştikçe sohbetini, tozlara bürünmüş ve daha ince hiç karşılamadığım o yaşantılarımla tanışıyordum.
Herkes iyi şeylerden söz ediyordu. Olması gereken şeylerden, tam da zamanı gelmiş geçitlerden…
Yaklaşık dört gün onların yanlarında kaldıktan sonra, farklı bir alana gitmem gerektiğini söylemişti Heval Memet. Noktaya gelen Dersim Grubuyla birlikte Kato' ya gitmek üzere yola koyulduk. Uzanırken uzayıp patikada, son defa ardımdakilere yönelttim gözlerimi… Onlar bana gülümsüyor ve el sallıyorlardı. Heval Memed, Heval Mexwaz, Heval Serhat… El sallıyorlardı…
Unutur muyum o anları… O en son bakışları… Yüreklerinde iyi bir yaşam kurmaktan başka bir şeyi olmayan o yoldaşları unutur muyum? Bütün yol boyunca aklımda hep onlar vardı. Heval Serhat… Gençliğiyle etrafa neşe ve güç veren temiz suretiyle herkese sevinç veriyordu. Uzaklaştığımızda ardımızda koşup koluma takmıştı saatini… ''Eğitimini al sonra buraya önerini yap bekliyorum seni'' demişti en son…
Kato' da bir gece kalıp sabah Besta' ya gitmek üzere yola koyulduk Dersim Grubuyla. Yedi kişilik bir gruptu ve hepsi de çok dinamikti. Onlarla birlikte sonsuz güvenlikte gidiyordu yolculuğumuz…
Geniş bir alana yayılan coğrafyası büyülemişti beni Besta. Ormanların içinden yol alırken, burada verilen mücadelenin gizemliliği çarpmıştı ruhuma. Daha sonra Heval Bawer bana anlatacaktı Besta'nın o kutsal tarihini.
Yaklaşık üç ay kalmıştım bu alanda. Eğitimimi almıştım. Yapılan törende ilk defa büyülenmiştim. Heval Haki törene gelmişti ve kalabalık bir arkadaş grubu katılmıştı. Her şey güzeldi. Yeminler yapıldı, silahlar alındı, halaylar çekildi… O sırada yanıma gelen bir arkadaş bana alacağım ilk rozeti hediye etmişti. Kendi elleriyle yakama taktığında bembeyaz yüzü ve mavi gözleri ne kadar o ana yakışmıştı. ''Hoş geldin Heval'' dediğinde o ana benim de sevincim eklenmişti. Adı Serxwebun'du. Mardinliydi. Yitirdiğim ama en son anda kurtardığım hayatıma benziyordu beyaz yüzü… Düşmekte olan ama en son anda parmak uçlarımı uzatıp tekrar hayata döndürdüğüm kavgama benziyordu o mavi gözleri…
Botan'ın basın birimine düzenlemem olmuştu. Alan alan geziyor, gördüklerimin, hissettiklerimin resmini çekiyordum… Uzun zamandır birbirlerini göremeyen ve bir anda buluşanların o anlatılmayan sarılmaları, uzun bir yol yolculuğunda bir ara tadında içilen suyun kutsallığını, uzaktan bir hayale benzeyen dağların, bulutların kardeş yüzlerini çekiyordum büyük bir istekle… Güzeldi her görüntünün anlamı, yorumu, bir ifadesi…
Gabar' da geçen günlerimin en yoğun süreçleriydi. Gabar'ın yüreğinde yaşıyordum. Üzüm bahçeleri, ceviz ağaçlarının kıyısındaki uzun dost patikalar ve tadı emeğe, kavgaya benzeyen sabah hevdeli… Bir emek yeriydi Gabar… Onca karakol arasında kendi özgünlüğünü koruyor ve içinde yaşattığı onlarca canı ağırlıyordu en misafirperverliğiyle ve asla kendi üzümünden, cevizinden, suyundan eksik etmiyordu gerillayı… Ne de olsa Büyük komutan Heval Egit' ten almıştı kahramanlığını, cesaretini, büyüklüğünü ve kutsallığını…
Bütün sonsuzluğuyla geçerken aramızda zaman, alışıyordum yaşama, yürümeye, geceye, seslere, savaşa ve olmam gerekene…
Ama alışılmasının henüz bir yorumu olmadığı bir parçası vardı. Bağlanılan, yüreğine sevdalanan, gelecekte onların suretlerinden başka bir görüntünün olmadığı, ruhunun kahramanlarını yitirmek… Bir an da hasret kaldığım, bir tek gün bile unutamadığım, yolculuğumun başkahramanlarını birer birer yitirmenin suskunluğu, alışılması… Bu benim için olmayan, olmayacak, olması mümkün de görünmeyecek bir şeydi. Ben bu gerçekten uzaktım, yabancıydım kayıplara… Oysa bu en gerçeğiydi yaşamın…
Önce Heval Memed, Heval Merxwaz ve Heval Serhat sonsuzluk kervanına katılmışlardı. Daha sonra Heval Nergiz'in şahadetini öğrendim ve bir an aklımdaki yeşilliği koskoca bir siyaha dönüşmüştü sonsuz yeşilliğiyle gururlanan Feraşinin… Kızmıştım kırgındım ona… O büyük sonsuzluğuyla koruyabilmeliydi Heval Nergizi… Akan 24 pınarlarından kurumalıydı birkaç tanesi, Nergiz'i korumak için…
İlk aldığım rozetini kendi elleriyle yakama takan beyaz yüzlü mavi gözlü savaşçı, Heval Serxewun o da şehit düşmüştü… Aklımda kalan mavi gözleri hala canlı hala rengârenk. O gözlerle bakıyorum her şeye…
O ilk başlangıçtaki ve masalımın başkahramanları sonsuzluğa uzanmıştı özgürlüğün…
Sonsuzluğa gitmeden önce, düşmana en ağır darbeyi vurarak, ihanetinin ve düşmanlığının yırtıcı kanatları kırarak, yüzlerinde canavar gibi bakan gözlerindeki zalimliğin o haksız savaşını yerle bir ederek… Savaştılar kahramanca. Olması gerekeni yaparak savaştılar…
Avuçlarıma güzel bir hayatı koyup ruhuma armağan verenler… Yaşanan bunca acıları bunca hikâyeleri yazmam için bana cesaret yol gösterenler…'' Hoş geldin hayatımıza, kavgamıza aramıza''… Bütün gizemliliğiyle kolumdan tutup anlamlı bir hayata çeken cümlelerin sahipleriydiler…
Heval NERGİS, Heval MÊRXAS, Heval MEMED, Heval SERXEBUN… Hepsi şehit düşmüşlerdi. Yüreğimin en büyük kahramanları Yeni bir çocuğa yeni isim verenler… İlk sarılanlar, kucaklaşanlar, gülümseyen ilk yüzler… Her birisi yüreğimde sayısız acı bırakarak ama savaşarak en cesaretli halleriyle… En onurlu kavgalarını bu halk için vererek… Korkmadan düşmanı beyninden kalbinden vurarak… Savaştılar… Savaştılar… Ölüme ve ihanetin üzerine yürüdüler… Bir an olsun akıllarında halkını önderlerini savaşçılarını ve yoldaşlarını düşürmeden ne varsa kendilerine ait, hepsini bırakarak geride kalanlara öylece savaştılar… hatırımızda vazgeçemeyeceğimiz gizemli ve dokundukça kendimiz olacağımız değerler bıraktılar heybemize… Geride kalanlar… Onların ardından kalanlar
Yarım eksik kalanlar…
Bizler…
Tamamlamak için şimdi sarıldık yoldaşlıklarına…
Yeniden dirilttik canımızı ruhumuzu ve öfkemizi…
Attık bir kenara kahreden sancılarımızı, kırıklıklarımızı…
Nergiz'den kalan gülüşü taktık yüzümüze, yüreğimizin en güzel coğrafyasına dağıttık Heval Memed'in cesaretini… Ve baktığımız her şeyi gri gören gözlerimizin bozuk rengini söküp yerine, Heval Serxwebûn'un mavi bakışlarını asttık ve şimdi dünya daha mavi daha sonsuz… Ruhumuzun çürüyen bütün yanlarını Mêrxaz Heval'in sadakatiyle yıkadık ve pırıl pırıl yiğitliğimiz… Çirkin ve yarım doğmasın diye güneş,
Bütün gidenlerin izinde duruyoruz sonsuz bir kararlıkla… Merhaba güneş hoş geldin aramıza, kavgamıza, yüreğimize… Gabar'da, Besta'da, Kato'da, Feraşin'de bırakılan ruhuna ve yüreğine dokundum Heval Nupelda'nın ve bütün görkemiyle ben de uçurdum ruhumu oralara… Daha iyi anlasın diye kahramanların kavgasını… Yaşamlarını…
Masidar Masiro
- Ayrıntılar
Türkçe’de bazı kelimeler var ki onların yaşamdaki karşılığını bulmak büyük keyif verir insana. Mesela, sereserpe yatmak! O kadar çok çağrışımlı bir kelime ki hem her durumu anlatan, hem de anlattığı her durumda gerçeği eksik bırakan bir kelime. Bir adam şimdi uzanmış yanıbaşımda. Kelimenin gerçek anlamıyla sereserpe... Yaşlı ana kıta gibi duruyor. Ben kucağımda bilgisayarım, onun yakın kıyısında Aborjin kıtası gibi duruyorum. Ona yıllardır Aborjin kıtası hikâyeleri anlatıyorum. Her seferinde yaşlı ana kıtanın Himalayalarına benzeyen göbeğinde depremler oluyormuş gibi gülerek dinliyor hikâyeleri.
Uzak kıtanın yakın halkı olan Aborjinleri anlatırken, Kürt masalları ve destanlarındaki atalarının hikâyelerini dinler gibi sevecenlik ve merakla dinliyor. Yine göğsünün sol kafesinden kopup yan kıyıdaki Aborjin ülkesine göç etmiş olan kardeşlerinden bahsederken, sanki onlar hala kalbinin içindeymiş gibi sevgi ve özlemle bahsediyor onlardan. Bu sohbetler zaman-mekân mesafelerinin allak-bullak olduğu duygular dünyası yaratıyor ikimizde de. Size mektup yazacağımı duyan bütün dağlılar gibi sevinçle selamlarını yolluyor. Aborjinleşmiş Kürt ve zaten Kürt olan Aborjin kardeşlerine benim üzerimden selam göndermeleri beni hem onure ediyor, hem de onların selamına içerdikleri bütün anlamları ulaştırabilir miyim kaygısıyla beni tedirgin ediyorlar.
Aborjine çıkmış ya adım, beni bir nevi uzak bir kıtanın yakın temsilcisi olarak görüyorlar. Keşke anlatabilsem Aborjin kardeşlerime, kendilerine kalpleri kadar yakın dağların oğulları ve kızlarının kalplerinin ne kadar Aborjin olabildiklerini. Ve keşke Türkçe’nin sınırlı kelime hazinesinin çok çok dışlarına taşarak anlatabilsem Aborjin ülkesine göç etmiş kardeşlerini ne kadar yakın hissettiklerini. Dünya denen bu gezegende mekân olarak kendilerinden koparılmış her kardeşlerini yüreklerinde nasıl bu kadar ustaca biraraya getirebildiklerini size tam anlatamamanın kaygısıyla yazıyorum her kelimeyi.
İnsanın gerçek ülkesi kalbinin coğrafyasıdır. Ve dağların kalbinin coğrafyasında Aborjin ülkesindeki kardeşlerinin yeri oldukça belirgin. Uzun yıllardır bir kıtayı dağlara ve dağlıların kalbine taşırmanın elçiliğini de yapıyorum bir anlamda. Hani bu elçilik Aborjin ülkesini işgal edenlerin şatafatlı ama taş gibi soğuk elçilikleri kadar olmasa da, Aborjinlerin Avustralya parlamentosunun tam önüne yeşil çimlerin kenarına kondurdukları baraka kadar sıcak ve içten bir temsiliyet kazanmış durumda. Ve emin olun, Aborjin ülkesini sorarlarken bir güne bir gün, işgalcilerin o namı almış yürümüş modern kentlerine dair en küçük bir merak ve ilgi görmedim onların dağ gözlerinde.
Ne zaman söz açılsa ana kıtanın kıyısından uzaklara sürüklenmiş o kara parçasından, ya kardeşleri olan Aborjinlerden ya da Aborjin kardeşlerine karışmış topraklarının kardeş çocuklarından açılıyor sohbetlerimiz. Size bu mektubu yazarken o sereserpe yaşlı ana kıtaya, sizin, kendinizi ne kadar devrimin ve dünyanın merkezinde gördüğünüzü anlatıyordum espriyle karışık. Ve her zamanki gibi zamanın ve mekânın neresinde olursa olsun, kendileriyle birlikte atan her kalbin, evrenin merkezi olduğuna inanan ve kalplerini oraya akıtan bir ilgi ve sevgiyle dinlemesine şaşırmadan edemedim.
Her geçen gün daha iyi anlıyorum bu içinde yaşadığım dağların nasıl bu kadar canlı olabildiğini. Bu dağların kalbi dünyanın dört bir tarafına yayılmış halkların kalbi ile birlikte atıyor. Kalplerinin damarı görünmez bağlarla kendilerini hisseden bütün dünyalıların kalplerine bağlanmış adeta. Nerede bir kalp onları hissederek kımıldasa, kanı onların yüreğine heyecanla yaşam diye akıyor.
Milyonlara ulaşmış bir hareketin temsilcileri olan bu insanların dünyanın öte kıyısı sayılabilecek bir kıtadaki bir avuç kardeşlerinin kendilerine dair tek bir sözlerini bile bu kadar büyük bir coşku ve sevgiyle karşılamalarına anlam veremedim uzun zaman. Şimdilerde onların kalplerinin görünmez damarlarla bir ağ gibi dünyayı sararak kendilerine dair en küçük ilgi ve sevgi zerreciklerini toplayarak koskocaman bir kalbe dönüştürebildiklerini görebiliyorum. Ve o kadar hassasiyetle koruyorlar ki kurdukları bu bağları, hani kalbinizin bir damarı kopsa ya da bir damardan kalbinize kan akmasa çalışmaz olur ya kalbiniz, onların da bağları tamamen böyle örülmüş. Tek bir bağın bile ne kadar yaşamsal değerde olduğunu, kalbim onların kalbine karışınca daha iyi anlıyor ve görebiliyorum.
Şimdi bu satırları size yazarken Zağrosların en asi mekânlarından, kelimeleri aşan o bağı kurabilir miyim diye telaşlanıyorum bir taraftan. Ama bir tarafım da, zaten kalbimin damarlarının Aborjin topraklarından hiç kopmamış olmanın rahatlığında kelimeler ötesi ulaşmaya çalışıyorum sevincindedir.
Onları size taşırmanın sevincine ,sizleri dağların ve dağlıların kalbine taşırma sevinci ile bütünleştirerek yazıyorum. Bir tarafım kalbime dağları sığdırmanın coşkunlukla taşan heyecanındayken, bir tarafım o uzak kıtaya kalbimin damarlarından bir köprü döşüyebilmiş olmanın mutluluğu ve sevincindedir. Belki bazen yarı şaka ‘siz dünyanın merkezi değilsiniz’ diyordum ya, şimdi size rahatlıkla diyebilirim ki, bu dünyanın merkezi sizin dağlarla ve dağlılarla birlikte atan yüreklerinizdir. Çünkü dağların merkezi zaman ve mekânın ötesinde, onlara hayat veren ve onlarla birlikte atan kalplerin damarındaki kanın tek bir hücresidir bazen.
Ve şimdi sizi dağlarda dağlılarla birlikte anmanın keyfini yaşarken bir yanım, bir yanım tek tek her birinize ulaşamamış olmanın burukluğundadır. Aborjin toprakları benim için sadece sürgünlük yurdum değildir. Ben o topraklarda Sydney denen o kentin meydanında ateşten doğurdum kendimi. Belki de ondandır bir yanım Şerevdinlerin koçer çocuğuyken, bir yanım Aborjin yurdunun Aborjin çocuğudur. Ve belki bu yüzdendir bir yanım, Zağros dağlarında Şerevdîn’ini bulmanın huzurundayken, bir yanım, Aborjin ülkesinde sürgün olmanın burukluğundadır.
Bir yanım bütün dağlıları birer Bêrtî koçeri gibi kucaklamanın sevincindeyken, bir yanım Aborjin kardeşlerime misafirliğe gitmiş sürgün kardeşlerimin özlemindedir. Kalbimin bir yanı Zağrosların uçurumlarında kelebek çırpınışlı sevinçlerdeyken, diğer yanı bir kangurunun kesesindeki yavrunun şaşkınlığında ve çocukça hüznündedir. Bir yanım doğduğum toprakların bağrında olmanın halayındayken, bir yanım ateşten doğuşuma tanıklık eden kardeşlerimin hasretindedir. ..
Umarım aklımı bir kenara koyarak sadece kalbimde yankılanan kelimelerle size ulaştırmaya çalıştığım bu mektubu hepiniz okursunuz. Ve eğer umduğum gibi şu anda bu mektubu okuyorsanız, eksik ifadelerimi dağları kelimelere sığdıramama çaresizliğime vermenizi diliyorum. Kaldı ki sizinle paylaştığım duyguları kelimelere dökülmeksizin anlayabildiğinizi kalbimin çırpınışları bana hissettiriyor.
Eğer bugün bu dağlarda bir devrim fırtınası esiyorsa, emin olun ki bu bir kelebek devrimidir. Dünyanın dört bir yanındaki kalbi kelebek insanların kalp çırpınışlarının rüzgârı, Kürdistan dağlarının asiliklerinde bir fırtınaya dönüşüyor.
Bu dağlara dair kalbinizdeki her duygu, dilinizdeki her kelime, hayatınızdaki her eylem dağların kalbine akan kan damarlarıdır. Kelamın ötesinde kalplerimiz arasında kurulu olan en kadim köprüler bizi birbirine bağlayan hayat damarlarıdır. Bu damarlardan duygu ve düşüncelerimiz her hangi bir biçimde ve her hangi bir vesileyle akmaya devam ediyorsa, bilin ki dinmeyecektir bu fırtına. Ve yine bilmenizi isterim ki, kalplerinize dağları ne kadar sığdırıyorsanız, siz de o kadar dağların kalbinde atan hayat damarlarısınız.
Bu mektup vesilesiyle Aborjin topraklarında yaşayan bütün kardeşlerimi dağların kelebek çırpınışlı kalbinin heyecanı, özlemi ve sevgisiyle kucaklıyorum. Sizler dağların kalbisiniz. Umarım kalbiniz dağlarla dolar. Ve bugüne kadar uzak bir umut diye kalbimizde taşıdığımız herşeyin adım adım gerçekleşmesine sizin de katılmanızın yolları açılır bir gün. Umarım bugün dağlardan başlayıp ülkemizin dört bir yanında ve halklarımızın bulunduğu bütün zaman ve mekânlarda özgür bir yaşama dönüşen hayatlarımızın her şeyiyle bütünleşeceği günleri birlikte yaşarız.
Kalplerimizin görünmez damarlarından birbirine akan duygu ve düşünceleri, birbirimizin gözlerine bakarak kelama dökmenin bir gerçek olduğu günlerdeyiz. Paylaştığımız sevinçleri dağların dilanlarında el ele paylaşmanın, özlemimiz olan özgür topraklarda Amed surlarında bir ADALI’nın sesinde ve soluğunda, kulaklarımızdan kalbimize aktığı günleri kelebek heyecanında yaşayacağımız zamanların geldiğine olan inancımı paylaşmak isterim. Bu inanç, duygu ve düşüncelerle hepinizi tekrar ve teker teker kalbimin yanık göğüs kafesine bastırarak kucaklıyorum...
Sevgilerimle!
Zağroslardan ...
Jêhat Bêrtî
- Ayrıntılar
Cennet kavramını tüm dinlerde görüyoruz. Kimileri Paradis diyor, kimileri Cennet, kimileri Dilmun derken birçok farklı isimlendirmeyi hayal edilen, ulaşılmak istenen ve uğruna ölümler göze alınan yerler için kullanıyor.
Cennet bu bağlamda tüm toplumların hafızalarının önemli bir parçası oluyor. Bunun içindir ki birçok toplumda bu hayal edilen yerin adlandırılması insanlara, özelde de kadına veriliyor.
Cennet sadelik oluyor, güzellik oluyor, ruh dinginliği oluyor, iyilik, doğruluk, temizlik, eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve tabii ki paylaşımcılık oluyor. Bizim kullanmayı sevdiğimiz deyimle komünal yaşamın sürdüğü mekanlar oluyor. Tarihin tüm ilk direnişlerinin güçlü cennet arayışları hep bundan olmuştur.
Şair böylesine bir mekanı dilinden, kaleme kaleminden de kağıda dökerken boşuna:
“Tut ki..
Zaman adlı çizginin bir x noktasında
Ellerimle göklerine pençe pençe yıldızlar astığım dünyadayız.
Her köşe başında bir çeşme
her çeşmeden oluk oluk akan sular
Ve suların başında Hep bir ağızdan ipek bir yumak sarar gibi türkü söyleyen kızlar...
Ne Neron, ne Sezar, ne Hitler, ne Mussolini, ne Hiroşima…
Yasamızda, Kilit vurulmuş yasak kapıları kırmak yok, Açmak var
Suları gürül gürül akıtmak var
Ve tüm insanları İnsanca yaşatmak var.
Yasamızda Kan barut ateş ölüm Yok
O l m a y a c a k
Özgürlük ve kardeşlik var” dememiş.
Yukarıda şairin dile getirdiği ütopyalarda özlenen bir Cennet tasviridir.
Cennet yani Nucan Nurhak yoldaşta insanın rüyalarını, hayallerini ve ütopyalarını böyle dolu dolu süsleyen, kendisini özlenen kılan bir PKK militanıdır. Cennet gibi saf, cennet gibi temiz, cennet gibi güzel, cennet gibi iyi, cennet gibi doğru ve tabii ki cennet gibi Cennet bir yoldaş…
Nucan yoldaş 26 ağustos 2005 yılında yani tam 8 yıl önce aramızda ayrılarak, şehitler kervanına katılmıştır.
Onu tanıyanlar için bu geçen 8 yıl, 8 bin yıl gibi geliyor. Çünkü verdiği acı çok mu ama çok derinlere işlemiştir. Bir yandan böyle ağır bir acı verirken diğer yandan sanki 8 saniye öncesine bizden ayrılmış gibisine de acısı taze…
Nucan yoldaşı şahadet yıldönümünde anarken sadece acılarımızı yenilemiyoruz, aynı zamanda Devrimci Halk Savaşının öncü komutanlarından birisi olmasından dolayı büyük bir saygıyla anıyoruz.
O Dersim’e doğru yönünü verirken henüz Devrimci Halk Savaşımız birinci yılını yeni doldurmuş ve ikinci yılına adım atmaktaydı. Nelerin olup biteceği henüz kestirilememekteydi. Hatta 23 ağustos 2005 günü TC devletinin MGK toplantısında topyekün savaş kararı aldığı günlerdi. Yani Kürtlerin topyekün hedeflenerek yok edilmek istendiği tarihi bir kesitti.
Evet, Nucan yani Cennet Dirlik yoldaş böylesine bir ortamda yüzünü Dersim diyarlarına verirken, talihsiz bir şekilde Beşiri ovasında TC devletinin vahşice saldırısına maruz kalarak bir gurup yoldaşıyla birlikte şehitler kervanına katılmıştı.
Dersim yolculuğuna çıkmadan önce: “Her HPG gerillasının yüreğinin bir kenarında bir gün Dersim dağlarının zirvesine çıkma tutkusu vardır. Dersimi hep isyan, direniş kalesi olarak ele aldım ve geçmiş tarihte bunun somut örnekleri ile doludur. Mevcut aşamada bizim acımızdan stratejik önemi olan büyük bir mevzi” diyerek gidişinin ya da neden gitmesi gerektiğinin gerekçeleri kendisi açısından en yalın bir halde anlatmaktaydı.
Dersim ve ülke sevdası Nucan yoldaşta öyle doludizgindir ki bir başka mektubunda ise: “Ülkemin güzelliklerini görmek, yaşamak ve hissetmek gibi bir hakkım olduğuna inanıyorum” demiş ve özgürlüğe ve ülke olan hasretini en dokunaklı kelimelerle dile getirmiştir.
Dersim dağlarına gitme istemine örgüt onay vermeyince duygularını: “İnsanların istemlerine ket vurmanın, özgürlüğüne de ket vurmak olduğunu düşünüyorum” diyerek sitemlerini ve eleştirilerini alenen yapmıştır.
Özcesi Nucan yoldaş tam bir ülke hasretiyle yanıp tutuşurken onun neden soyadını Nurhak yaptığını ise: “Biliyorsun, Nurhakların bende çok ayrı bir yeri vardır. Nurhaklar benim yüreğimde gizli bir sevdadır" diyerek anlatmıştı.
Nurhaklar gerçekten de Nucan yoldaş için bir sevdadır, hem de çok büyük bir sevda. Nurhaklarda onun en çok hayran olduğu ve Kürtçe ‘de pısmam dediğimiz yani amcaoğlu dediğimiz, amcasının oğlu Sabri yani Şıho Dirlik yoldaşın şehit düştüğü mekanlardır. Sabri yoldaş tüm ailenin de değil tüm sülalenin de her zaman kendisine çizgi olarak esas aldığı bir Apocu militandı. 1980’ler öncesi Apocu olmuş, zindanda yıllarca işkenceler görmüş, Avrupa’ya örgüt tarafından gönderilmiş ve yeniden ülkeye dönerek 1993 yılının 29 Temmuz’unda Nurhakların ayaklarında, dibinde bulunan Engizeklerin Şahinkayası’nda yoldaşlarıyla birlikte şehitler kervanına katılmıştır.
İşte Nucan yoldaşın Nurhak sevdası budur. Dersim’e yolculuk aynı zamanda Nurhaklara uzanacak bir köprüdür. Ayrıca da tabii ki her gerillanın rüyasında, hayallinde yaşadığı direniş kalesinin ta kendisidir.
İşte Nucan yoldaş TC faşist devletinin topyekün savaş kararı aldığı günlerde yönünü Dersim’e çevirmiştir. Başkan Apo’nun “bana bağlı olanlar yönünü Botan’a, kuzeye versinler” dediği bir zamanda Nucan yoldaş hiçbir tereddüt göstermeden yönünü Kuzey’e vermiştir. Nucan’ın Nucan yapan en büyük gerçeklik bu militanca duruşunda saklıdır. Çünkü “bir militan militanlığının gereklerini gerekli yerde yapmalıdır” diyen Erdal yoldaşın da iyi bir takipçisi olabilmek için militanın görevlerine sarılarak yollara düşmüştür.
Nucan yoldaşta kendisinin üzerine düşeni yapma bilinciyle faşizme karşı direnişi daha da kökleştirmek için yönünü Kuzey sahalarına vermiştir.
Ve faşizme karşı yönünü, yüzünü çevirerek direnişin tam ortasında yer almanın sonuçları bugün hepimiz birlikte görüyoruz. Gürül gürül akan bir halk, her zamankinden daha büyük ve dik bir duruş, yeniden yeşeren bir umut ve de dimdik ayakta duran bir özgürlük mücadelesi.
İşte bu durum Nucan yoldaş gibi yüzlerce PKK militanı yoldaşın Önder Apo’ya gösterdikleri bağlılıkların sonucu ortaya çıkan bir gerçeklik olarak bugün daha iyi görülüyor.
8’inci şahadet yıldönümü yaşadığımız bu günlerde onunla hem yoldaşlık yapmış, hem onunla yakın kan bağı içerisinde olan biri olarak her zaman, tüm mekanlarda onun anısına bağlı kalacağımı, kalacağımızın inancı ve kararlığıyla yeniden ama bu kez daha güçlü bir şekilde “şehitlerimiz geçmişimiz, bugünümüz, geleceğimizdir” diyerek onların yolunda asla şaşmayacağız.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Erdal yani Engin Sincer yoldaşı şahadetinin onuncu yıldönümünde anarken, onun şahsında tüm Kürdistan ve devrim şehitlerimizin anılarının önünde saygıyla eğiliyoruz.
Erdal yoldaş tam on yıldır fiziken aramızda yok. Aramızda fiziken olmasa da her zaman yanımızda ve ruhumuzda yaşıyor. Özgürlük mücadelesine yeni katılan birçok genç bugün Erdal’ın ismini taşıyor. Kimisi Sincer oluyor, kimisi Engin ve kimisi de Erdal oluyor. Yine birçok gerillanın ikinci isimleri de Erdal, Engin ve Sincer oluyor. Erdal’ın içimizde güçlü bir şekilde yaşadığı, yaşatıldığının en güçlü işaretlerinden bir tanesi budur.
İkinci ve belki de birincisinden daha etkili olan ise Erdal yoldaşın düşüncelerinin, inandıklarının bugün Kürdistan’da ve özgürlük dağlarında daha güçlü ve etkili bir şekilde yaşatılmış olması gerçekliğidir. Bugün özgürlük gerillası her zamanınkinden daha güçlü. Dağlar, özgürlük dağları daha dolu. Umut zirvede. Yine Kürdistan halkı ve Kürdistanlı halklar daha büyük umutlarla yarınlara bakıyorlar. Daha büyük kitlesel katılımlarla kendileri olmak için meydanlara çıkıyorlar.
Diğer önemli bir husus ise Kürdistan devriminin somut olarak ete kemiğe bürünmüş olmasıdır. Zamanında Erdal’ın dediği gibi; “militan militanlığının gereklerini yapmalı” gerçeği az bir şey hayata geçirildiğinde Rojava’da görüldüğü gibi büyük destanlar yaratılması hiçte gerçek dışı değildir.
Evet, Erdal yoldaşı anarken, onun yapmak istediklerinin ne kadarını yapıp yapmadıklarımıza bakarak ona olan bağlılığımızı, hayranlığımızı, onun yol arkadaşı olup olmadığımızı tespit edebiliriz.
Dönüp geçmiş on yıla baktığımızda özgürlük mücadelesinde ileriye dönük çok daha büyük mesafeler kat ettiğimizi söyleyeceğimiz gibi, birçok ihanetçi ve haini ise hak ettikleri yerlere gerisin geriye itildiklerini rahatlıkla dile getirebiliriz. Ve tabi Erdal’ın en çok emekler sarf ettiği Avrupa’da da birçok değerli değerin ortaya çıktığını da söyleyebiliriz. Hele KNK’nin yıllık kongresinin her zamankinden çok daha geniş katılımlarla gerçekleştiğini Erdal yoldaş görmüş olsaydı, muhakkak ki çok sevinecekti.
Belki de Erdal yoldaşın en çok istediği gerçeklik; ulusal birlik çalışmaları olmuştur. Öyle ki Erdal yoldaş nerede olmuşsa olsun, nerede ve hangi sahada çalışmış olursa olsun yaptığı ilk iş kesinlikle parçalanmışlığa karşı güçlü duruşu olmuştur. Bu karşı duruşunu öncelikli olarak kendi şahsında aşmanın yollarını aramıştır. Ve kendi şahsında parçalanmayı aşmanın ilk işi ise Kürtçe dilinin farklı lehçelerinde kendini dile getirebilme gerçekliğidir. Yine Kürtçeyi iyi kullanabilme gerçekliğidir. Erdal yoldaşla çalışanlar bilirler ki o nerede ve kiminle çalışırsa çalışsın kendi kişiliğinde herkesi bir araya getirebilmiş.
Örneğin Erdal yoldaş Botan’ın en sert coğrafyası olan Uludere’de çalışmalardayken yurtseverliğiyle bilinen Guyan aşiretinin dilini harfiyen kullanmıştır. Benzer bir şekilde ise Agitlerin diyarı olan Gabar’dayken de Şırnakların dilini çok güçlü bir şekilde kullanmıştır.
Erdal yoldaşla kalanlar birde bilirler ki Erdal yoldaş sadece dili kullanmaz o aynı zamanda bulunduğu alanlarda çok güçlü bir şekilde halkımızla en ileri düzeyde ilişkilerde kurar. Botan’da bunun böyle olduğunu onunla gerillacılık yapan her yoldaşı iyi bilir. Ancak bunun böyle olduğunu onunla Avrupa’dayken diplomasi çalışmalarında yer alanlarda bilir.
İşte bu herkesle, her dilde, her kültürde bir araya gelebilmek onun ulusallaşma düzeyiyle bağlantılı bir gerçeklikti. Erdal’ın en büyük hayali ulusal parçalanmaya son vererek, ulusal birlik çalışmalarına vererek ulusal birliği sağlamaydı. Ve bugün her ne kadar çeşitli düzeylerde halen sorunlar olsa da, Amed, Ankara, Avrupa’da yapılan konferanslar ve de Hewler’de yapılacak olan Kürtler arası geniş konferansla önemli bir mesafe alınmış olacaktır. Dört parçada insanların, örgütlerin, aydınların, sanatçıların bir araya gelerek bir çatı altında toplanacak olmaları ilk kez gerçekleşecek olan bir hayalin gerçekleşmesi olacaktır.
İşte bunun için diyoruz ki, Erdal’ı onuncu şahadet yıl dönümde anarken onun gerçekleştirmek istediklerine bakarak, ona yaraşır bir yaşam ve mücadele yürütüp yürütmediğimizi tespit edebiliriz.
Bizler onun yol arkadaşları, silah arkadaşları ve özelde de onun küçüklük, gençlik ve dava yoldaşı olarak-eksiklerimiz olsa da-ona her zaman layık olabilmek için yaşamaya çalıştığımızı dile getirebiliriz. Onun anısına her zaman bağlı kalarak mücadeleci olduk.
Aynısını Erdal’a layık olması gerekenlerden, olmak isteyenlerden, ona yakın olanlardan, çevresinden, ona hayran olmuş olanlardan, onun ismini taşıyanlardan, tüm Pazarcıklardan, Alevilerden, Kürdistanlılardan istemek, beklemek hakkımız olduğu gibi böylelerini daha sağlıklı bir şekilde Erdal’a layık olmaya çağırma görevimiz olduğunu da ek olarak belirtelim.
Erdal yoldaşı onuncu şahadet yıl dönümünde anarken yine ama bu kez daha derinlikli bir şekilde diyoruz ki:
“YAŞAMAK SENİ
Rüzgârların esintisinde
Nehirlerin çağlayışında
Güneşin ışınlarının tenime sıcak dokunuşunda
Çiseleyen yağmur taneciklerinin yüzümü sıyırışında
Çocukların saf gülüşlerinde
Anaların dokunaklı çığlıklarında
Sevdam diye bildiğim kadınların gözyaşlarında
Ay’ın şavkını toprağa vurduğu
Her anda hep yaşayacağım seni.”
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Bizler var olan bir dünyanın içine doğduk. Bu var olanın içine doğmak bizim irademiz dışında bir doğuştur.
İnsan toplumsal bir yaratıktır. Toplumsallık bir olgu olarak inşa edilmişliktir. İnsanların yaratımıdır. İnsanların çabalarıyla tarih içerisinde süzülerek gelen bir yaratım.
Tarihin belli bir sürecinden sonra bu inşa edilmişlik insanın doğasına karşıt bir seyir izlemiştir. Doğasında toplumsal yani ortakçı olmak, şefkatli, sevgi ve kendi içerisinde uyumlu olmak zorunda olan bir insan dünyası giderek kirletilmiştir. Kimisi buna birinci kırılma diyor. Yani insanlığın kirlenmeye başladığı tarihin başlangıcı. Ortakçı, komünal, boyun eğmeyen insanın-ki bu bir kültür olarak yeşermiştir-kaybetmeye başlamasının da adıdır.
Kimisi buna ilk ezilen sınıf olan kadının tahakküm altına alınması diyor. Ve kimisi de bunun peşinde sınıfların ortaya çıkışıyla özel mülkiyetçi maddi dünyanın oluşmasıyla ruhsal olarak insan uyumunun bozulması diyor. Böyle sıralamaya devam edebiliriz.
Ezilen ilk ulus olarak kadınlar, ardından baskılanmış bir insanlık ile tüm maddi değerlere bir kesim adına el konulmayla gelişen yeni kültür ya da kültürleşmeyle insanlık o gün bugün boğuşuyor.
Bu yeni komünaliteden uzak kültürleşmeye biz tahakkümcü kültür diye isimlendirelim. Tahakkümcü iktidarcı kültürün kendisini en iyi kurumlaştırdığı yer ve organa biz devletçi zihniyet diyelim.
Tahakkümcü kültür, iktidarcı ve devletçi zihniyet esasen insanın cüceleşmesi üzerine büyüyen bir yapılanmadır. Bireyler ne kadar küçülmüşlerse orada tahakkümcü ve devletçi zihniyet o kadar büyümüştür. Tersi de doğrudur, tahakkümcü ve iktidarcı zihniyet ne kadar büyümüşse insan da o kadar küçülmüştür.
Bu kültürü bugüne vuracak olursak, kendisinden oldukça uzak, kendisine güvensiz, korkak, ürkek, ikiyüzlü, çıkarcı, içi ile dışı bir olmayan, boyun eğmeci, kompleksli, taklacı, boş hayalci, yaranmacı, yalaka, psikolojik olarak hasta, ruhen sakat ve tabii ki kendisine yabancılaşmış bir kişilik.
Bu yukarıda sayılanlar kapitalist modernitenin bireylerde yarattıkları hastalıklardır. Bireylerin niyetlerin çok ötesinde var olan genel toplumsal vakalardır. Birilerinde bunlar çok olur ya da az olur, hiçte fark etmez. Önemli olan sınıflı toplumun tüm insanlığı kirlettiğidir. Denile bilir ki hiç mi temiz insan kalmamış? Kalmış olsa da bunlarda bir elin parmak sayısı kadar vardır ya da yoktur. Ya da soruyu tersten soralım, bir kendimize bakalım…
Gerillayı tanımlamak istiyorsak ilk elden komünal olandan, ortak olandan, kendine güvenenden, kendisiyle barışık ve uyumlu olandan, insanlığı sevenden, geleceğin mutlu yarınları için kendisini feda eden kültürden uzaklaştıran kültüre karşı bir başkaldırı hareketi olmasıdır.
Gerilla bir kere boyun eğmeye gelemez. Zaten gelemediği için dağların doruklarına çıkmıştır.
Gerilla içi ile dışı çelişik olamaz. Zaten olamadığı için dağların doruklarını kendisine mesken seçmiştir. Bir gerilla sözüyle eylemi bir olan, sözü ile özü bir olan kültürün kendisidir.
Gerilla hor görmelere, hakaretlere uğramalara karşı kendi olma mücadelesi olarak yeniden kendisiyle buluşan kültürdür.
Gerilla toplumda-bunlar kimler olursa olsun ve niyetler neler olursa olsun-küçük görmelere, değersizleştirmelere, saygısızlıklara karşı yükselen ve haykıran özgürlük çığlığını açığa çıkaran kültürdür.
Gerilla adaletsizliklere karşı ilk toplumdan bugüne bizim içimizde kalan adalet arayışının ta kendisidir. İlk eşitlik, özgürlük ve kardeşlik sloganlarıyla paylaşımcılığı dorukta yaşayan tanrıçaların kültürlerine doğru akan kültürdür.
Gerilla ilk tahakkümcü toplumda köreltilen sevginin yeniden sevgi olabilmesi için, çıkarlardan uzak, menfaatleri düşünmeden kendisi adayan kültürdür. Özveri kültürüdür.
Özcesi Başkan Apo’nun deyimiyle “Dar anlamda kültür bir toplumun zihniyetini, düşünme kalıplarını, dilini ifadelendirirken, geniş anlamda buna maddi birikimlerinin de (ihtiyaçları gideren tüm araç gereçler, besin üretme, saklama, dönüştürme biçimleri, ulaşım, savunma, tapınma, güzellik araçlarının toplamı) eklenmesini ifade eder.”
Gerilla kültürü ise yeniden yaratılmak istenen geleceğin çağdaş yeni insanın tüm özelliklerini bugünden kendi şahsında yaşayarak geleceğin aydın günleri için bir toplum inşasıdır. Yaratılmak istenen üstün insanın tüm zihniyet kalıplarını bugünden-en zor şartlar altında-bir halkın geleceği için yaşamaktır.
Gerilla bu bağlamda, ilk insanların yaratımı olan eşitlikçi, adaletli, özgürlükçü, paylaşımcı, komünalcı, ortakçı, dayanışmacı, kadın rengiyle oluşmuş olan şefkatli yaşam kültürünün kendisidir.
Bu bağlamda gerilla yeni bir kültürel kimliktir. Başkaldıran kültürün kimliği, boyun eğmeyenlerin kimliği, kendilerine, kaderlerini ellerine alacak kadar güvenlerin kimliği ve kültürüdür.
Böylesi bir kültür bugün Kürdistan dağlarında yaratılmışken ve de daha da derinleştirilirken bundan uzak kalmak sadece ve sadece büyük bir talihsizlik olabilir. Bu talihsizliği aşmak için gençler bir an evvel dağların ortaklaştırıcı tanrıça kültürüyle buluşalım.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
1972 Malatya merkez doğumluyum. Adım Zeynep Kınacı’dır. Aslen Malatya merkeze bağlı Elmalı köyündenim. Çevrede Mamureki aşireti olarak tanınırız. Malatya İnönü üniversitesi rehberlik ve psikolojik danışmanlık bölümünden mezun oldum. Saflara katılmadan önce Malatya devlet hastanesinde röntgen teknisyeni olarak çalışıyordum. Evliyim. Eşim Amed’in Eğil ilçesine bağlı Xılya köyündendir. Kendiside üniversiteden aynı bölümden mezundur. 1995 kışında Adana’da cephe faaliyetleri yürütürken düşmana esir düştü. Ailemin geçim durumu orta hallidir. Ailemin sosyal yapısı bir yanıyla feodal etkileri taşırken, bir yandan da küçük burjuva Kemalist anlayışı hakimdir. Belli ölçülerde serbest yetiştirildim. Akraba çevrem ve köyümüz yurtsever değildir. ancak gençlik kesimi içinde sempati vardır. Kardeşlerimin mücadeleye sempatileri vardır. Eşimin ailesi ise ekonomik olarak zengindir, feodal bir aile yapıları vardır, yurtsever değildirler.
Lisede okurken sol düşüncelere ve Kürtlüğe ilgim gelişti. Yaşamı irdelemem bu yıllarda başladı, ancak her hangi bir çizgiye yakınlık duymadım. Üniversite yıllarında sol düşünceler arasında bir netleşme ve özellikle PKK’ye bir sempati gelişti. Kürtlüğe ilgim ailemin geri bir temelde de olsa, ulusal özelliklerini belli ölçülerde taşımasından kaynaklıydı. Yurtsever arkadaş ortamı örgütlü değildi. Öncülük yoktu. Yine ailemin ekonomik sorunları gibi sebepler uzun süre netleşmemi engelledi. Süreç içinde belli bir netleşme ve olgunlaşma sonucu saflara katıldım.
1994’te Adana’da cephe faaliyetleri yürütmeye başladım. Bir yıl kadar bu faaliyetlerde kaldım. Ciddi bir eğitim sürecinden geçmedim. Ardından yönetim düzeyinde yakalanmaların olmasından dolayı yeterli bir desteğin sağlanmaması, bireyi sivilleştiren etkisi yine kişilik dönüşümümü yapamamam gibi nedenlerle aslında çok istekli olmama rağmen fazla bir gelişme ve başarı sahibi olamadım.
1995’te dersim’de ARGK saflarına katıldım, süreç içerisinde geçmişe oranla kendim, kişiliğimi, tüm yönleriyle tanıyarak belli bir gelişmeyi sağladım. İddia kararlılık, moral ve netleşme gibi konularda güçlendiğimi belirtebilirim.
Partimiz PKK öncülüğünde gelişerek tüm insanlığa mal olan ve giderek ezilen halkların yüce sosyalizm yolundaki tek umudu haline gelen mücadelemiz bir bütünen ulusal yok oluş sürecini yaşayan, soysuzlaşmanın eşiğine getirilmiş bir halkı tarihte ilk defa yücelterek hak ettiği yere getirmiştir. Böylesi ulusal değerlerini, beynini, ruhunu, öz kimliğini düşmana kaptıran bir halkı yeniden diriltmenin ağır görev, sorumluluk, tarihi bilinç, üstün öngörü, büyük cesaret, fedakarlık ve yüce azim gerektirdiği açıktır. yurtseverlik rolünden uzak düşmana tabi, vatansız, tarihi egemenler tarafından yazılan, gerçek aydınlarını ve önderlerini istenilen düzeyde çıkaramayan yitik bir ülke ve halk gerçekliği karşısında PKK ve onu var eden Başkan APO, aleyhte gelişen bir gelişmeyi ters yüz ederek sadece kimliği değil, beyni de egemenler adına çalışan, ona hizmet eden, onun için savaşan, giderek hayvanlaşmanın eşiğine getirilen ve emperyalizmin de hizmetine sunulan Kürt halkını ölüm uykusundan uyandıran, direten kendi özgürlüğü için savaşan, savaştıran bir konuma getirmiştir. Büyük Kürt şairi Ahmedê Xanê “eğer bizimde dürüst, namuslu önderimiz olsaydı, Arapların, Acemlerin ve Türklerin kölesi olmazdık” diyor. Kendi bireysel, ailesel, aşiretsel çıkarlarını esas alan, ulusal gerçeklikten kopuk, Kürdistan tarihindeki sahte önderlerin varlığı bu lanetli gerçeğin uzun bir süre devam etmesine neden olmuştur.
Her halkın tarihine baktığımızda özellikle devrim süreçlerinde mücadele veren, başarıya ve kurtuluşa götüren, yaşadıkları döneme damgasını vuran önderleri vardır. Tarih, öndersiz hiçbir ulusal ve sınıfsal hareketin gerçek anlamda başarıya gitmediğini doğrulamaktadır. Önder, yaşatılmak istenen yenilik ve gelişmeleri en üst düzeyde temsil eden, yani yaşamını bir halkın kaderinde bulan o halkın acılarını, duygularını taleplerini en derinden yaşayan ve kurtuluş için pratik görevleri en üst düzeyde omuzlayandır.
Hayati gerçekliği olmayan, her alanda bitirilmiş hiçbir halkla kıyaslanamayacak kadar kendisine yabancılaştırılmış, ulusal, kültürel, sosyal, siyasal değerleri sömürülen bir halk gerçekliği karşısında kuşkusuz PKK Önderliği çok farklı olmak zorundadır. Bu anlamda Parti Önderliği birçok yönüyle daha özgün, daha yeni, daha gelişkin, yaşamıyla yaratan ve kendi yaşamını adeta koskoca bir insanlığın yaşamına adayan bir durumdadır. Belirleyiciliği ve önemi bu noktada kesin ve tartışmasızdır.
Dünya devrim tarihine baktığımızda gerek ulusal, gerekse sınıfsal kurtuluş mücadelesini veren halkların devrimin gerçekleşme olanağını yaratan tarih; sosyal, Kültürel, sınıfsal bir zemini ve birikimi vardır. Ulusal inkar yoktur. Kişilik sorunları bizdeki kadar derin değildir. tarihleri bizdeki gibi çarpıtılmamıştır. Kadın cinsi bu kadar sömürülmemiştir. Dini olgular bizdeki kadar kesinlikle kötü tarzda işlememiştir. O halkların mevcut konumlarına tepkileri vardır. Önderlerinin güç aldıkları az çok aydınları vardı. Kürdistan devriminde ise bu belirtilen hususların tümü bitmiş durumdaydı.
Parti Önderliği çok zayıf bir gerçeklikten yola çıkmıştır. Din sorununa, kişilik sorununa, kadın ve aile sorununa yaklaşımı oldukça özgün ve bilimseldir. Rus devriminin önderi Lenin bile kadın sorununun çözümünde oldukça yüzeysel kalmıştır. Kadının ordulaşması, gerçekleşen kadın Konferansı ve Kadın Kongresi dünya devrim tarihinde ilk kez bizde gerçekleşmiştir. Parti Önderliğinin yaşam tarzı, fedakarlık, cesaret, derinlik, duyarlılık, zeka, öngörü, yorumlama gücü, bağlılık, bilimsellik, tecrübe, birikim düzeyleri hiçbir önderlikle kıyaslanamayacak boyuttadır. Olayı ele alış tarzı dogmatik değildir. Parti Önderliği Kürdistan gerçeğini, dünya devrimlerini çok iyi tahlil edip sonuç çıkarmış ve Kürdistan devriminin özgünlüğünü ortaya çıkarmıştır. Taklitçi, kalıpçı, dogmatik bir tarzda değil, oldukça yaratıcı bir tarzda ele almıştır. Gerçekleşen sosyalizmi çok iyi tahlil etmiş ve kendi halk gerçekliğine uygun bir tarzda uyarlamıştır. PKK, Parti Önderliğinin şahsında ifadesini bulmuştur.
Kürdistan tarihinde sağlanan bu gelişme, onun emeği, onun gelişmesidir. Kendisi sevgi kaynağı birleştirici ve bütünleştiricidir. Kendi şahsında yeni insan tipini-profilini çizmiştir. Bir insanın ne kadar gelişebileceğini kanıtlamıştır. Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesinde bu günkü düzeyi “Partileşelim, Ordulaşalım, Cepheleşelim, Zaferi kazanalım” şiarına denk düşen, bütün tali sorunları bir kenara bırakarak, bütün Kürt halkıyla düşman gerçeğine doğru yaklaşma temelindedir. Gelinen noktada hemen hemen bütün Kürt halkıyla beraber milyonlarca insanı sıcaklığıyla saran, ulusal kurtuluş devrimine ve sosyalizmin hizmetine koymuş, faşist Türkiye Cumhuriyetini askeri, siyasi, kültürel, ekonomik her konuda geriletmiş, çözümsüz bırakmıştır.
Zaferin yönlerini yaşadığımız yeni süreçte halkın kurtuluş umutları olan bizlerin Parti Önderliğimizin yaşamı, düşünceleri ve mücadelesine yakışır bir biçimde dönemsel bütün görevlerimizi en iyi bir şekilde yerine getirmemiz gerekiyor. sıkça tekrarlanan küçük burjuva, köylülük, feodal arayışların kişiliklerindeki yer etmişliği, düşmanın şekillendirmesi, özel savaşın etkileri ve buna benzer gerekçelere sığınarak çeşitli öz eleştirilerin bizleri ilerletmediği açıklık kazanmıştır. Verilecek en iyi bir öz eleştirinin doğru bir pratikten geçtiğine inanıyorum. Düşman top yekûn üzerimize geliyor. Bizimde olanca gücümüzle düşmana yüklenmemize, özgürlüğün bedelini en kararlıca ödeyeceğimizi düşmana hissettirmemiz gerekiyor. mücadele tarihine baktığımızda PKK, büyük kahramanlık, direniş, emek, kararlılık ve inançla yaratılmıştır. Direniş PKK’nin temel karakteri olmuştur.
Bizlerin bu tarihi mirasa sahip çıkmamız ve sürecin gereklerini yerine getirmemiz gerekiyor. süreç intihar eylemini gerekli kılıyor. Bu, hem taktiksel bir çıkış olacak, hem de bizim açımızdan büyük moral etkileri olan bir eylemlilik olacaktır. Düşmanın Önderliğimize suikast girişiminde bulunarak sonuç almaya çalıştığı bu süreçte düşmana verilecek en iyi bir cevap olacaktır. Bu tür bir eylemlilik moralmen bozguna uğrayan düşmanı çıldırtmak, düşmanın bulunduğu her alanda çepeçevre kuşatmak, ülkeyi ona zindan etmek anlamına geliyor. Bizim açımızdan ise, başta halkımıza, bütün savaş güçlerimize moral vermek, cesaret ve direnişi güçlendirerek dost-düşman herkese davamızda ne kadar kararlı olduğumuzu ve bu uğurda özgürlüğün bedelini bombaları kendimizde patlatarak gerçekleştireceğimiz mesajını bir kez daha vermek, halkımızın özgürlük istemini bütün dünyaya duyurmak ve ileri ki süreçte halkımızın bu yönlü direnişler geliştirmesinin öncülüğünü yapmak, savaşın her yerinde ivme kazandırmak anlamına gelmektedir.
BAŞKANIM;
Kendimi intihar eylemini gerçekleştirmek için aday görüyorum. Bizler sizin bitmez tükenmez emek ve çabalarınıza karşılık canımızı bile versek yeterli değildir. Keşke canımızdan başka verebilecek şeylerimiz olsaydı. Siz yaşamınızla bir halkı yeniden yarattınız. Bizler sizin eseriniziz. Tüm Kürdistan halkının ve dünya insanlığının geleceğinin teminatısınız. Yaşamınız bize sevgi, cesaret, inanç ve onur veriyor. Tüm Kürdistan halkı ve milyonlarca insan size ölümüne bağlıdır. Sizin bu çekiciliğiniz bizi de oldukça etkilemektedir. En zorlandığımız anlarda bizlere olan sevginizi düşünüyor, manevi güç alıyoruz. Şehide en çok bağlı olan sizsiniz. Bu temelde gözümüz kesinlikle arkada kalmayacaktır. Bu eylemi gerçekleştirmem gereken bir eylem olarak görüyor, kendimi sorumlu hissediyorum. Mevcut gerilikleri aşmanın, özgürleşmenin ve kendini gerçekleştirmenin savaştan geçtiğini ve bu savaşla da gereğinin yerine getirilmesinin gereğine inanıyorum. Mazlum, Hayri, Kemal, Ferhat, Bese, Beritan, Beriwan ve Ronahi yoldaşların direnişine sahip çıkmak ve onların takipçisi olmak istiyorum. Halkımın özgürlük isteminin ifadesi olmak istiyorum. Emperyalizmin kadını köleleştiren politikalarına karşı bombayı kendimde patlatarak hıncımın ve öfkemin büyüklüğünü göstermek ve Kürt halkının dirilişinin sembolü olmak istiyorum. Yaşam iddiam çok büyük. Anlamlı bir yaşamın ve büyük bir eylemin sahibi olmak istiyorum. Başkan APO öncülüğünde yürütülen Ulusal Kurtuluş Mücadelesi çok yakında zafere ulaşacak ve mazlum halkım dünya insanlık ailesi içerisinde hak ettiği yerini alacaktır.
Bu temelde Başkan APO’ ya, tüm Kürdistan şehitlerine, tüm savaş ve cephe güçlerimize, zindandaki yoldaşlarımıza, Kürdistan halkına ve insanlığa bağlılığımızı bir kez daha ifade ediyor ve onlara layık olmaya çalışacağıma söz veriyorum.
Yaşam iddiam çok büyük. Anlamlı bir yaşamın ve büyük bir eylemin sahibi olmak istiyorum. Yaşamı ve insanları çok sevdiğim için bu eylemi gerçekleştirmek istiyorum.
YAŞASIN BAŞKAN APO
- Ayrıntılar