Basına ve Kamuoyuna!
1. 20 Haziran günü Hakkari'nin Çukurca ilçesi kırsalında operasyona çıkan TC ordusu ile gerillalarımız arasında bir çatışma yaşanmıştır. Çıkan çatışmada TC ordusunun kayıpları hakkında net bilgiye ulaşılmazken, ölü ve yaralı askerler 2 skorsky helikopterle alandan götürülmüştür. 21 Haziran günü de devam eden operasyon akşam saatlerinde sonuçsuz bir şekilde geri çekilmiştir.
- Ayrıntılar
Ve ozan der ki;
“Umutsuzluk yasak
Yılgın türküler söylemek de
Çünkü yürüyor umudun ordusu
Umutsuzluğu kurşuna dizerek”
‘Ordu’ sözcüğünün hemen herkeste ilk etapta yaptığı çağrışımlar zor ve şiddet olguları olmaktadır. Böylesi çağrışımlar gelişmesi son derece doğaldır ki, bu ordu örgütlenmelerinin yapısından ve çıkış esaslarından kaynaklanmaktadır. İlk ordu örgütlenmelerinden tutalım günümüz çağdaş ordu yapılanmalarına kadar tüm askeri sistemler karakterleri gereği, zor ve şiddet içerikli örgütlülüklerdir. Yalnız, sınıflı uygarlığın doğuşundan günümüze değin tahakküm esaslarına dayalı ordulaşmalar kadar, özgürlük ilkelerini esas alan ordu yapılanmaları da sürekli karşılıklı bir gelişim sergileyerek var olagelmişlerdir. Burada amaç ve araç ilişkisinin önemi öne çıkmaktadır. Hiyerarşik zihniyetin ürünü olan ordu örgütlenmelerinin amacı, tahakküm yoluyla hegemonik yapılanmayı güçlendirmekken, ezilen kesimlerin savunma direnişlerini üstlenen ordu örgütlenmeleri özgürlüğü ve eşitliği amaçlamaktadır. Bu farklı iki ordu yapılanmasındaki zor ve şiddet anlayışlarında ince bir çizgi ayırımı bulunmaktadır. Egemen sistem orduları, zor ve şiddete dayalı zihniyet temelinde kurumlaşırken, ezilenlerin özgürlük mücadelesi amacıyla örgütlenen askeri yapılanmaları meşru savunma dışında zora ve şiddete başvurmazlar. Kendi öz güvenliğini sağlama ve gelişen iç ve dış saldırılara karşı direnme hakkının dışında şiddet ve zora başvurmak, örgütlenme amacıyla çelişir. Bu da amaçtan uzaklaşmayı getireceği gibi, karşısında mücadele yürüttüğü tahakküm ve hiyerarşik zihniyetin zor ve şiddet çizgisine düşme hatasını ortaya çıkarır.
Bilindiği gibi, tahakküm ve itaate dayalı hakîm sistem paradigmalarının şiddet içerikli temel kurumlaşmalarının başında ordu örgütlenmeleri yer almaktadır. Devletçi otorite, itaat ve komuta sistemini esas olarak ordu aracılığıyla yürütmektedir. Ordu, yazılı tarihin başlangıcı olarak kabul edilen sınıflı toplum uygarlığının doğuşundan günümüze değin süregelmiş devletçi geleneğin en temel zor aracıdır. Kaldı ki devleti devlet kılan, yani bir tahakküm ve hükümranlık erkine dönüştüren de askerlik ve politikanın gelişmesi olmuştur. Temelleri M.Ö. 3000’lerde Sümer rahipleri tarafından Aşağı Mezopotamya’da atılan devletin ideolojik bir donanımı sağlamadan neolitik toplumun özgür yaşamı yerine egemenliğe dayalı yaşamı insanlara kabul ettirebilmesi düşünülemez. Ürün fazlasının zigguratlarda toplanması ve ilk süreçlerdeki ortak kullanımı, zorun gelişimine çok fazla olanak tanımamıştır. Demokratik Konfederalizm Önderliği, Sümer rahiplerinin ürün fazlalarını ziggurat denilen tapınaklarda toplayıp ortak dağıtımını esas almalarının son tahlilde komünizme yakın olduğunu belirtmektedir. Esas devletçi tahakküm, teolojiye dayalı ideolojilerin yaratımı ve böylelikle ürün fazlasına ve bununla birlikte kadının toplumsal konumuna el konulmasıyla açığa çıkmıştır. Zordan ziyade ideolojik ikna yoluyla öncelikle zihniyette kurumlaşmaya başlayan devlet olgusu, artık insan yaşamının tüm dokularına nüfuz etmeye başlamıştır. Zor ve şiddetin ortaya çıkışı da artık belirginlik kazanmıştır.
İnsanların neolitik toplumun özgür yaşam dünyasından kopmak istememeleri ve direnmeleri zorun doğuşuna kaynaklık etmiştir. Başta tapınaklarda toplanılan artı ürünün korunması amacıyla ortaya çıkan askerlik görevi yerini devlet hiyerarşisinin tahakkümünü birey ve toplum üzerine zorla dayatan ve şiddete başvuran biçimine bırakmıştır. Üretimin erkeğin eline geçmesiyle başlayan ve hiyerarşik zihniyetin kurumlaşmasıyla giderek hız kazanan kadının toplumsal statü kaybı, esas itibariyle tanrılar karşısında giderek statü kaybeden insanı ortaya çıkarmıştır. Bu toplumsal çürümenin ve ahlaki çöküntünün de başlangıcı olmaktadır. Kadının yaşam dışılığa itilişi söylencelere de yansıtılmakta, yönetici, asker ve komuta olan erkek, savaşın galibi olarak tahta oturmaktadır. Babil Yaradılış Destanı olan Enuma-Eliş’teki Marduk-Tiamat savaşımı, bunu çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Başta Marduk’a karşı savaşan ve güçlü bir direniş sergileyen Tiamat, şiddet yüklü erkek komutan karşısında yenilmekte ve paramparça edilerek yaşamdan silinmektedir. Bundan sonra ‘kadın elinin hamuruyla erkek işine (yöneticilik, sanat, kültür, ekonomi, politika, askerlik vb.) karışmazken’ savaşçıları Marduk’un izinden yürümeyi en kutsal görev olarak belleyeceklerdir. Şiddet böylelikle insanın günlük yaşamının bir parçası haline gelerek, topluma ve onun bir yansıması olarak doğaya hükmedecektir.
Şiddet ve savaşların ortaya çıkışını değerlendirirken, ‘sınıflı toplum öncesi şiddet ve savaşlar hiç yaşanmadı mı?’ şeklinde bir soru akla gelebilir. Elbette ki ilkel klan topluluklarında da belirli bir şiddet eğilimi görülmektedir. Fakat bu süreçte gerçek anlamda ne savaşlara zemin bulabilecek insanın insana tahakkümü -çünkü jerontokrasi de dahi şiddete dayalı bir hiyerarşiden ziyade yaşlılarla gençlerin karşılıklı birbirlerine destek sunmaları ve ihtiyaç duymaları mevcuttur- ne de doğayı yedeğine alan bir tahakküm anlayışı mevcuttur. Zaten dönemin üretimi artı ürüne olanak vermediğinden bir savaş olayından da söz edilemez. Klanlar arası yürütülen savaşlar daha çok kavga düzeyinde yürütülen mücadelelerdir. İki ayrı klan topluluğu arasında çıkan anlaşmazlıklar genelde yaşam alanları üzerinde çıkan çelişkilerden kaynaklanmışlardır. Hegemonyaya dayalı şiddet olgusu, erkek egemen sisteminin ortaya çıkışı ve tüm yaşam alanları üzerinde tahakküm kurmaya başlamasıyla günümüze kadar süregelen ilk biçimlenişini almaya başlamıştır. Kadının yaşam otoritesini kaybetmeye ve ikinci plana düşmesiyle beraber eşitlik ve özgürlüğe dayalı yaşam anlayışı yerini itaat ve komuta sistemine bırakmıştır. Sosyal, siyasal, ekonomik vb. tüm alanlarda kadın tahakküme maruz kalmıştır. Dahası tahakküm yalnızca bu alanlarla sınırlı kalmakla yetinmemiş, kadının duygu, düşünce, ruhsal dünyasında da yer edinmeye başlamıştır. En planlı ve programlı tahakküm ve şiddetin kadın üzerinde yürütülmesi, birey dünyasındaki büyük kırılma ve parçalanmaların da başlangıcını teşkil etmektedir. Tahakküm altına alınan kadın, aslında tahakküm altına alınan insan dünyasıdır.
Tahakkümün kadın dünyası üzerinde temellerini atmaya başlaması giderek erkeğin hemcinsine karşı da tahakküm ve itaat sistemini geliştirmesini beraberinde getirmiştir. İlk olarak insanın insan üzerinde geliştirdiği tahakküm, doğa üzerinde de etkisini göstermeye başlamış ve insana uygulanan şiddet, doğayı da içine almaya başlamıştır. Kadının düşürülmesiyle başlayan insanın doğal gelişim evresinden uzaklaşması, doğa tahribatının da temel verisi olmuştur. Şiddet, artık sistemli ve programlı yürütülmeye başlanmıştır. Askerlik tapınakların ve elde edilen ürünlerin korunmasını sağlayan güvenlik birimleri olmaktan çıkarak, zor ve şiddet uygulamasının temel aracı haline gelmiştir. Oluşturulan ordu sistemleri yıkım ve işgal mekanizmaları olarak işlerlik kazanmaya başlamıştır. Orduların devreye girmesiyle işgal ve talana uğrayan yalnızca insanlık değerleri değil, bununla birlikte en fazla hezeyana uğrayan doğa ve çevre olmuştur. Toplum yaşamındaki bozukluklardan ekolojik yaşam da yeteri kadar nasibini almıştır.
Toplumun ve ekolojinin içinde bulunduğu tahakküm sistemini ortadan kaldırmak ve yeniden eşit-özgür esaslara dayalı bir yaşam anlayışını oturtmak elbette ki, güçlü ve sağlam temellere dayalı bir savaşımı gerektirmektedir. Bu sağlam temelin oturtulması her şeyden önce yeniden inşada güçlü bir harcın oluşunu öncelikli kılmaktadır. Güçlü savaşımlar güçlü ideolojilere dayandıkları müddetçe başarıya ulaşabilirler. Devletçi zihniyetin bin yıllardır ayakta kalmasını sağlayan, dayandığı güçlü ideolojik harçtır. Tahakküm ve itaat zihniyetinin yıkılması ve yerine demokratik kriterlerde yeni bir zihniyetin yerleşmesi yine güçlü bir ideolojik donanımı gerektirmektedir O halde erkek egemen sisteminin ortadan kaldırılmasında meşru savunma anlayışı temelinde bir ordulaşmanın varlığı da en temel araç olmaktadır. Devletçi otoritenin erkek karakterli ordularına alternatif kadın ordulaşmasının varlığı bu anlamda önem kazanmaktadır.
PKK hareketi içinde gelişen ve büyüyen kadın ordulaşması öncelikle ters yüz edilen insanlığın yeniden doğal yaşam evresine girmesinin savaşımını vermekle yükümlüdür. Zorunlu meşru savunma dışında zora ve şiddete başvurmamak HPG örgütlenmesinin temelini oluşturduğu gibi, kadın ordulaşmasında da bu öncelik taşımaktadır. Nitekim özünde zor ve şiddeti içermeyen kadının, buna başvurması özüne ters düşmeyi getirir. Erkek egemen sistemin tahakküm anlayışına, diğer bir deyişle karşıtına dönüşmeyi ortaya çıkarır. Özüne ters düşmemek güçlü ideolojik donanımı ve tarih bilincini gerekli kılmaktadır. Kaldı ki, insanlaşmanın ilk evresinde dahi kadının belirli bir meşru savunma anlayışı bulunmaktadır. Erkek şiddetine ve yıkımına karşılık geliştirdiği tabular, kadının ilk meşru savunma duruşunu da ortaya koymaktadır. Bu verilerden hareketle ele aldığımızda insana ve doğaya tahakkümü içermeyen kadının bu ilkel biçimindeki meşru savunma anlayışı, öz itibariyle insanlığın gerçek anlamdaki meşru savunma anlayışını da ortaya koymaktadır. Kadın ordulaşması meşru savunma anlayışının iskeletini bu özden almakla birlikte, Önderliğimiz’in oluşturduğu ideolojik çizgiyi esas alarak bir savunma anlayışını içermektedir.
Diğer bir açıdan ele aldığımızda kadın ordulaşması mevcut egemen erkek ordularına karşı da bir savunma anlayışını içermektedir. Alternatif bir ordu olması öncelikle bu anlamda önem taşımaktadır. Erkek karakterli orduların hiyerarşik sisteme hizmet etmenin temel aracı olmalarının aksine, kadın ordulaşması her türlü hiyerarşinin yıkılmasını amaçlamaktadır. Hiçbir devlet, ulus, sınıf ve cinsin egemenliğini amaçlamayan, insanın insanla ve doğayla karşılıklı bağımlılık ve tamamlayıcılığına dayalı demokratik-ekolojik topluma ulaşmak temel hedefi olmaktadır. Tahakküm öncelikle erkeğin kadın üzerinde hegemonya kurmasıyla açığa çıktığına göre, insanın insanla ve doğaya tahakkümünü barındırmayan bir politik ahlaki toplum modeline ulaşmak da yine her iki cins arasında bir tamamlayıcılık etiğinin oluşturulmasına bağlıdır. Nitekim insanın doğal özden uzaklaşması, vicdani ve ahlaki etikten uzaklaşmasıyla başlamıştır. Her iki cins arasında baş gösteren eşitsizliğin ortaya çıkışı, toplumun vicdani ve ahlaki çöküntüsünün de başlangıcını teşkil etmektedir. Bu durumda yeni bir zihniyetin oluşumu kadar, yeniden eşitlik ve özgürlüğe dayalı bir ahlak ve vicdan devrimi de önem kazanmaktadır. Kadın ordu gerçekliği sistem paradigmalarına karşı mücadele yürütmenin temel araçlarından biri olurken, esas itibariyle bu yeni zihniyet ve vicdan devriminin öncülük misyonunu da taşımaktadır.
Alternatif bir ordu olma gerçekliğinin bugüne kadar daha çok soyut bir kavram olarak dile getirilerek içeriğinin tam doldurulamaması, kadın ordulaşmasında yaşanılan yanılgı ve yetersizliklerin temel kaynağını oluşturmaktadır. Hâlbuki hiyerarşik sistem soyut bir kavram değil, başta kadın dünyası olmak üzere yaşamın her alanında tahakkümünü pekiştirmiş somut bir olgudur. Buna karşı mücadelenin de aynı somutlukta ve derinlikte yürütülmesi önem taşımaktadır. Kadın özgürlüğünün tüm özgürlüklerin temelini teşkil etmesi, mücadelenin ne denli keskin olması gerektiğini ve kadın ordulaşmasının gerekliliğini ortaya koymaktadır. Kadın ordulaşmasına yanılgılı ve yetersiz yaklaşımların yaşanması hem bu gerçekliğin yeteri düzeyde kavranmamasından kaynaklıdır. Gerek erkekte gerekse kadında ortaya çıkan bu yanılgılar, itaat ve komuta mantığını esas alan hiyerarşik yapılanmanın bir yansıması olmaktadır. Bu anlamda hiyerarşinin öncelikle zihniyette yıkılması önem taşımaktadır.
Hiyerarşiyi ele alırken şöyle bir soru akla gelebilir; “Kadın ordulaşmasında hiyerarşinin varlığı gerekli midir veya hiyerarşinin varlığı kadın özüne ters düşmez mi?” Bu aşamada önem kazanan husus, optimal bir dengenin sağlanması gereğidir. Unutulmaması gereken diğer önemli bir nokta da, hangi açıdan ele alınırsa alınsın ordular piramit yapılanmalardır ve belirli bir hiyerarşik düzeni içermektedirler. Dikey örgütlenme modelleri olduklarından yatay örgütlülüğe geçmeleri ordunun dağılması anlamına gelecektir. Fakat her iki örgütlülük biçiminin optimal dengesini yakalamak hiyerarşinin yıkımını hedefleyen bir ordu gerçekliği açısından önemlidir. Bu, üstten belirlenimci itaat ve komuta düzeninin aksine, karşılıklı bağımlılık ve demokratik ölçekleri esas alan bir ordu anlayışına ulaşmayı ifade etmektedir. Hiyerarşik zihniyetin komutanlık ölçülerinin aşılması orduda demokratik yapılanmanın oluşmasının en temel etmeni olmaktadır. Ordunun varlığı açısından optimal dengenin yakalanmasıyla oluşturulacak bir hiyerarşinin varlığı kadar, ordunun iç örgütlenmesinde demokratik bir yapılanmaya ulaşmak da büyük önem taşımaktadır. Optimal dengeyi sağlayacak olan da esas itibariyle bu demokratik örgütlenme modeli olmaktadır.
Kadın ordulaşması yeni toplum modelinin kuruculuğunda kadının meşru savunma gücü olarak öncülük misyonuna sahiptir. O halde bir özgürlük ordusunda bireyin yaratımı da en öncelikli üzerinde durulması gereken husus olmaktadır. Bu ordu içerisinde sınırsız bir birey özgürlüğünü ifade etmediği gibi, emir-talimat zincirini de içeren, fakat aynı zamanda ordu örgütlülüğüyle birey arasında karşılıklı bağımlılık esasını da göz ardı etmeyen bir anlamı taşımaktadır. Orduda birey olgusunun ve inisiyatifinin öne çıkması öncelikle zihniyette değişikliği getirecek temel etmen olacaktır. Erkek egemen karakterli orduların bireyi hiçleştiren ve yalnızca amaca ulaşmada bir şiddet aracına dönüştüren zihniyeti, ancak demokratik bir ordu yapılanmasına ulaşılmakla aşılabilir. Amaç-araç ilişkisinin doğru bağıntısı kurulduğu takdirde ordu ve özgürlük arasındaki karşılıklı bağımlılık kadar, birey özgürlüğü ve toplumsal özgürlük arasındaki bağın doğru tanımlanması da gerçekleşecektir. Kadın ordulaşmasının da öncelikli ele alması gereken konu, demokratik birey olgusunun yaratımı olmaktadır. Öncülüğü esas alan bir örgütlülükte bireyin yaratımı sağlanmadan ve hiyerarşinin hizmetinde çalışan bir araç olmaktan çıkarılmadan ne gerçek bir özgürlük gerçekleştirilebilir, ne de özgürlük amacına hizmet edilir.
Kadın ordulaşmasında kaba materyalist, determinist yaklaşımların aşılması insan olgusunu özne olarak ele alan felsefi bakış açısının kazanılmasıyla gerçekleşebilir. Böylesi bir felsefi bakış açısına ulaşmak aynı zamanda kadının çağdaş neolitiğin gücüne ulaşmasını da getirecektir. İnsanı bir hükmedebilme alanı olarak gören yaklaşımın öncelikle de komutanda aşılması, genel ordu düzeninde de belirleyici bir etkide bulanacaktır. Egemen sistem ordularının bireyi hiçleştiren ve yalnızca emir-komuta zincirinin bir uygulama aracı olarak gören yaklaşımın komuta kişiliğinde yıkılması asıl öncülük rolünü de açığa çıkaracaktır. ‘Ordular komutanların gölgesidir’ belirlemesinden hareketle de ele alabileceğimiz gibi, demokratik bir komuta kişiliği demokratik bir ordu örgütlülüğünü de beraberinde getirecektir. Kadın ordulaşmasında felsefi temeller yerli yerine oturtulmadığı müddetçe, ideolojinin güçlü bir savunuculuğu ve yürütücülüğü de gerçekleşmeyecektir. Bu açıdan, ordu gerçekliğine yaklaşırken bilimsel esaslar çerçevesinde ordulaşmanın gerekliliği ve özgürlük bağlantısı doğru çözümlenmek durumundadır.
Günümüz hiyerarşik sistemin ordu örgütlenmelerinde de kadın savaşçı ve komutanların varlığına rastlanmaktadır. Fakat başta İsrail, İngiltere ve ABD gibi devletler olmak üzere emperyalist ordu güçlerinin bünyesinde yer alan kadın askerlerin varlığı tamamıyla tahakküm sisteminin hizmetinde kullanılan bir araç olmanın ötesine gidememektedir. Özgürlük amacını taşımayan bir kadın askerleşmesinin ne denli özüne ters düştüğü ve karşıtına dönüştüğü bu ordulardaki kadın gerçekliğinde bariz bir şekilde açığa çıkmaktadır. ABD’nin Irak müdahalesinde yer alan kadın askerlerin durumu oldukça çarpıcı olmaktadır. Şiddetin ve insan dışılığın kadın eliyle yürütülmesi ve kadının Ortadoğu’ya yönelik şiddet politikasında en temel araç olarak kullanılması egemen ordularda kadına biçilen misyonu da açığa çıkarmaktadır. Kadın, en derin köleliği yaşamaktan öteye bir misyona sahip değildir. Nitekim şiddetin ve yıkımın en ağır sonuçlarının yaşandığı II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda dahi egemen erkek orduların kadına olan bakış açıları kullandıkları terimlere dahi yansımıştır. Kullanılan atom bombalarına ‘Oğlancık’ ve ‘Şişko Adam’ gibi isimlerin verilmesi şiddete yüklenen erkek temalarını ortaya koymaktadır. İnsan ve doğa yıkımında en tahripkâr sonuçları açığa çıkaran atom bombalarının kullanılmasında başarı halinde oğlan çocuklarının, başarısızlığı halinde ise, kız çocuklarının doğduğunun şifre olarak kullanılması dahi şiddetin erkek mantığını ele vermektedir. Böylesi bir zihniyette herhangi bir kadın özgürlüğünden söz edilemez. Kadının yükleneceği misyon, ancak erkek karakterinde tahakküme hizmet eden derin kölelik olabilir. Kendi kimliğinden soyutlanmış ve öz gerçekliğinden uzaklaşmış kadın, ancak şiddetin en yıkıcı aracı ve en çirkinleşmiş insan portresine sahip olabilir. Ne denli askerleşme iddiası olursa olsun, çizeceği portre erkek karikatürü olmanın ötesine gidemeyecektir.
Diğer bir açıdan halkların özgürlük mücadelelerini yürüten ordu güçlerinde yer alan kadın askerlerin konumunu değerlendirdiğimizde, ortaya çıkan tabloda da çok fazla kadın özgürlüğünü esas alan bir oluşuma rastlayamamaktayız. EZLN, ETA vb. gibi halk direniş ordularında dahi kadının ordu içindeki misyonu, sıradan ve genel özgürlük savaşımının dışında mücadelenin ötesine gidememektedir. Her ne kadar EZLN hareketinde belirli bir eşitlik anlayışı bulunuyorsa dahi, direkt kadın özgürlüğü ve özgünlüğünü esas alan bir oluşumun varlığı bulunmamaktadır. Özgürlük mücadelesinde kadına önemli bir misyon biçilmekle beraber, kadının ordu içerisindeki örgütlülük düzeyi, genel örgütlenme düzeyinin dışına çıkamamaktadır.
Kadının ordulaşma gerçeği öncelikle bin yıllık köhnemiş zihniyete başkaldırı, ‘olmaz’ denilenin reddi ifadesini taşımaktadır. Kaybedilen topraklarda yeniden başkaldırı yeni bir cinsiyet devrimine gidişin en önemli dayanağı olmaktadır.
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
1. 17 Haziran günü Bingöl’ün Şeker Baba alanı, Golê ve Çolê sırtlarına yönelik olarak TC ordusu tarafıdan indirmelerle bir operasyon başlatılmıştır. Alanda başlatılan ve Serxan ve Kızılağaç alanlarınıda kapsayarak genişleyen operasyon keşif ve pusulamalar şeklinde devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
14 Haziran günü Sivas'ın İmranlı ilçesine bağlı Sarı Tepe alanına yönelik olarak TC ordusu tarafından bir operasyon başlatıllmıştır. Operasyon esnasında TC ordusu ile gerillalarımız arasında yaşanan çatışma sonucunda 3 gerillamız şahadete ulaşmıştır.
- Ayrıntılar
13 Haziran gününden beri Mardin'in Mazıdağ ilçesine bağlı Kurê, Çılıstan ve Birkê köylerine yönelik olarak TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. Operasyon geceleri pusulamalar gündüzleri ise keşif faaliyetleri şeklinde devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 16 Haziran günü saat 10.00 sularında Hakkari’nin Gever ilçesine bağlı Satê, Zê, Geliyê Satê, Şehit Karker Tepesi ile Şehit Gafur Tepelerine yönelik olarak TC ordusu tarafından kobra tipi helikopterler ile bombardıman yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
16 Haziran günü Bingöl iline bağlı Hamamlar bölgesinde TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. 17 Haziran günü sonuçsuz bir şekilde geri çekilen operasyona ait kimi güçler halen adı geçen bölgede gizli birlikler şeklinde pusu ve keşif faaliyetlerine devam etmektedir.
- Ayrıntılar
13 Haziran günü 22.00-24.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Haftanin'in Şeşdara, Geliyê Pisaxa ve Haftanin Köyüne yönelik olarak TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Seçim günü yazmak hem neşeli, hem de zor. Uzun, sert ve yorucu bir seçim maratonu ardından şimdi herkes oyunu veriyor. Bu satırlar okunurken sonuçlar netleşmiş olacak. Fakat benim bekleme şansım yok, yazmak zorundayım.
Aynı zorluk siz okuyanlar için de geçerli. Çünkü netleşmiş seçim sonuçları üzerinde tartışıyor, olası gelişmeleri yorumluyor olacaksınız. Böyle bir durumda şimdi benim yazacaklarımın ne değeri olabilir? Ya da ben ne yazmalıyım ki değer ifade etsin?
Seçim sonuçları tartışılırken seçim dışı şeyler yazmanın da pek anlamı olmayabilir. Seçim sonuçları üzerine fal bakar gibi yazmak da elbette anlamlı değildir. Ama olası seçim sonuçlarının ne anlam ifade edeceği üzerinde durmak yararlı olabilir.
12 Haziran seçimlerini değerlendirirken, her şeyden önce adil, demokratik bir seçim olmadığını, yani eşit koşullarda bir yarışın gerçekleşmediğini belirtmek gerekir. Çünkü yüzde on seçim barajı nedeniyle başta BDP olmak üzere çok sayıda parti seçime girememiş, bağımsız adayları desteklemek zorunda kalmıştır.
Yine içerikli ve seviyeli bir seçim tartışması da ne yazıkki yaşanmamıştır. Kısır sözlerle birbirini suçlama, demagoji, küfür, hakaret seçim meydanlarına egemen olmuştur. Son derece gergin ve sert bir seçim kampanyası yürütülmüştür.
Kuşkusuz bu durumun birinci dereceden sorumlusu AKP’dir. Hem birinci ve hem de iktidar partisi olarak AKP’nin üslubu yumuşatması ve tartışmalara içerik katması gerekirken, tersine baştan itibaren gerginlik ve sertlik yanlısı olup demagojik bir üslubu esas almıştır. AKP en çok “çılgın” kelimesini sevmiş ve çılgınca bir seçim kampanyası yürütmüştür.
Elbette AKP’nin en tehlikeli çılgınlığı da PKK Lideri ve BDP’ye ilişkin söz ve davranışları olmuştur. Bunlar AKP ve Tayyip Erdoğan’a çok şey kaybettirdiği gibi, toplumu bölen ve geren sonuçlar yaratmıştır. Kısaca AKP ve Başbakan Tayyip Erdoğan ülke ve toplum açısından ciddi tehlikeler yaratan bir oyun oynamıştır.
Öyle anlaşılıyor ki, AKP’nin başlangıçtaki sertliği, bu biçimde daha fazla oy alabileceği hesabına dayanıyordu. Fakat seçim kampanyasının sonuna doğru adeta bir histeri düzeyinde içine yuvarlandığı çılgınlık, kaybettiğini görmenin yarattığı hırçınlık ve basitlik oldu.
Elbette seçim sonuçlarının ne olacağı, kimin kaybedip kimin kazanacağı sandıklar açıldıktan sonra belli olacak. Ancak sandıktan ne çıkarsa çıksın, bu seçimden AKP’nin ciddi bir biçimde yıpranarak çıktığı kesin bir gerçektir.
Bu genel tanımlar ardından, seçimden çıkabilecek bazı olası sonuçların ne anlama geleceği üzerinde duralım.
Bunlardan bir tanesi kuşkusuz AKP’nin seçim öncesi gücünü koruyarak yeniden iktidara gelmesi olacak. Her ne kadar AKP’liler oy oranlarını arttırmayı ve meclis gruplarını büyütmeyi hesap etseler de, bunun çok zor ve zayıf bir ihtimal olduğu açık. AKP yapsa yapsa en fazla mevcut oy oranını koruyabilir ki, bu da kendisi için ciddi bir başarı olur.
Bu durumda, yani AKP’nin mevcut gücünü koruduğu durumda ülkemizin daha ağır bir çatışma ve savaş içine sürüklenme olasılığı güçlüdür. Başbakan Tayyip Erdoğan ve AKP sözcülerinin seçim sonuna doğru yaptıkları açıklamalar, “idam”dan söz edilir hale gelmesi bunu göstermektedir. Belliki AKP böyle bir gücü kendi iktidar hegemonyasını tam oturtmak için kullanacaktır. “Bir daha kazanamam” kaygısı onu daha da saldırgan yapacaktır. Kürtlerle savaş ve halkla çatışma AKP’nin genel politikası olacaktır.
Diğer bir olasılık, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun seçim meydanlarında gösterdiği başarıyı sandığa da taşıması ve birçoklarının belirttiği gibi 35 civarı milletvekiliyle meclise girmesidir. Hiç kuşkusuz bu durum, birincisinin tersine gelişmelere yol açar. Yani AKP’nin kazanması çatışma ve savaşı tırmandırmayı ifade ederken, Blok’un kazanması da sorunlara siyasal çözümün önünü açarak barışa doğru yol alınmasını sağlar. Böylece demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü yönünde gelişmeler yaşanır.
Seçim kampanyası gösterdi ki, eğer yüzde on barajı olmasaydı Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku belki de yüzün üzerinde milletvekili çıkaracaktı. Bu da AKP’nin iktidardan düşmesi ve ülkemizin demokratikleşme yolunda ilerlemesi olacaktı. AKP’nin neden yüzde on barajına sarıldığı ve bu barajın nasıl antidemokratik olduğu şimdi daha iyi anlaşılıyor.
Üçüncü olasılık olarak, AKP’nin çok az bir çoğunlukla tek başına iktidar olması olasılığı vardır. Bu da seçim kampanyalarının gösterdiği ciddi bir olasılıktır. Böyle bir durumda AKP, kuşkusuz öngördüğü gerginlik ve çatışma siyasetini etkili bir biçimde yürütemeyecektir. Çünkü, her şeyden önce buna gücü yetmeyecektir. Diğer yandan, bu durumda çatışmayı dayatırsa güç kaybedecek ve iktidarını sürdüremeyecektir. Bu durumda AKP, oyalama, oyun, hile, tartışma ve benzeri yöntemlerle gündemi doldurmaya ve iktidar ömrünü uzatmaya çalışacaktır. Burada CHP ve MHP’ye dayalı olasılıklar üzerinde durmaya bile gerek yok. MHP zaten çizgisi ve gerçeği bilinen bir güç. CHP’ye gelince, Kemal Kılıçdaroğlu AKP’ye alternatif bir iktidar profili çizemedi. Başta Kürt sorunu olmak üzere temel sorunlarda AKP’yi aşan politikalar sunamadı. Bu durumda Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkan yapılmasının esas amacının Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nu zayıflatmak olduğu netçe açığa çıktı. Bunu da yapabileceği kadar yaptı ki, Kılıçdaroğlu’nun siyasi ömrünün bu seçimle bittiği söylenebilir.
Seçimden önce seçim sonuçlarına ilişkin yorumlarımız işte böyledir. Bakalım sandıktan ne çıkacak? Ona göre sonuçları yorumlamaya devam ederiz.
Adil BAYRAM
Özgür Gündem
- Ayrıntılar
Sizler bu yazdıklarımı okurken 12 Haziran genel seçimi gerçekleşmiş ve sonuçları belli olmuş olacak. Dolayısıyla seçim sonuçlarını tartışıyor bulunacaksınız. Bu nedenle, şimdi yazacaklarıma ne kadar itibar edeceğiniz belli değildir. Yapılmamış seçimin bilemediğim sonuçlarına ilişkin yorum yapamayacağıma göre gündem dışı kalabilirim. Böyle olmamak ve tartışma dışına tümden düşmemek için, seçim kampanyalarındaki bazı ayrıntı ve önemli sonuçlar üzerinde duracağım.
Sanırım herkes, çok gergin ve sert bir seçim sürecinin yaşandığını kabul edecektir. Yine seçim tartışmalarının en içerikli kısmının Kürt sorunu ve demokratik özerklik çözümü üzerine olanı olduğunu da kabul edecektir. Onun dışındakiler klasik seçim konuşmalarının ötesine pek geçmemiştir. Hatta bu seçimde hitap ölçüleri biraz daha kaçmış, küfür ve hakaret daha çok öne çıkmıştır.
Hiç kuşkusuz bu durumun birinci dereceden sorumlusu da AKP ve Tayyip Erdoğan’dır. MHP’yi dikkate almazsak, CHP yönetimi birkaç pot dışında fazla ölçüyü kaçırmamıştır. Demokratik Ulus Bloku ise, demogoji ve hakaretin yerini fikirlerin alması için yoğun çaba harcamıştır. Tüm bunlara rağmen yaşanan küfür ve hakaretlerin esas sorumlusu, AKP’nin izlediği sertlik ve savaş politikasıdır.
AKP ve onun lideri Tayyip Erdoğan’ın bu seçim propagandası sürecinde sarf ettiği küfür ve hakaret içerikli sözler dışında kullandığı ve serdiği kavram “çılgınlık” olmuştur. AKP’nin “çılgın projeleri” seçim kampanyası süresince ortalıkta uçup durmuştur. Bu çılgınlıklar yeni İstanbullar ve Ankaralar yapmaktan yeşil alanlar inşa etmeye kadar her düzeyde yaşanmıştır. Fakat AKP ve Tayyip Erdoğan, çılgınlıkları içerisinde en ciddisini seçim kampanyasının sonuna doğru Kürtler, BDP, Kürt Halk Önderi ve idam konularında sarf ettiği sözlerle yapmıştır.
Bu kapsamda söylenenlerin çılgınlık olduğu hususunda bütün Kürtler birleşmişlerdir. Bu durumun içerdiği tehdit ve tehlikeye dikkat çekmişlerdir. Fakat AKP ve liderinin bu sözlerine “çılgınlık” demek yerine, onların gerçeğinin açığa çıkması demek belki daha doğru olur. 12 Haziran seçiminin AKP ve Tayyip Erdoğan gerçeğini biraz daha açığa çıkarıp netleştirdiği ortadadır. Doğrusunu söylemek gerekirse, eğer kalmıştıysa birkaç cila da seçim sürecinde silinerek kapkara AKP gerçeği ortaya çıkmıştır.
Örneğin, “taammüden insan öldürmek” anlamına gelen idamı Türkiye’de isteyen birinci parti AKP’dir. Bu konuda besbelliki BBP ile yarışmaktadır. Bu açıdan Tayyip Erdoğan’ın söylediği “Biz olsaydık asardık” sözü, yeni söylenen ve MHP oylarını almak için sarf edilen bir söz değildir. Baştan beri AKP gerçeği buydu da, bazı maskelemeler veya yanılgılar nedeniyle görülmüyordu. Yoksa Tayyip Erdoğan’ın yardımcısı mı, akıl hocası mı olduğu pek belli olmayan Bülent Arınç’ın, ikibinli yıllarda meclis kürsüsüne çıkarak, “Öcalan dosyası niye meclise getirilmiyor?” diye kaç kez sorduğu unutuldu mu? Yine 2002’de idam cezası ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çevrilirken Bülent Arınç’ın sözcülüğündeki meclis grubunun idamdan yana oy kullandığı unutuldu mu? Bu zevatın, “Asmayalım da besleyelim mi?” diyerek Kenan Evren cuntasının her hafta insan astığı süreçte bu idamlardan yana olduğu ve desteklediği bilinmiyor mu?
Bütün bunların hepsi yakın tarihte yaşadığımız ve bilincimizde canlı olan gerçeklerdir. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan doğru söylemekte ve kendi gerçeklerini ifade etmektedir. Kaldıki bunları yeni de değil, her zaman söylemektedir. Yani Türkiye’nin en tehlikeli faşisti AKP ve Tayyip Erdoğan’dır. En zalim ve sinsi Kürt düşmanı yine bunlardır. Bütün bunlar yaşamın ortaya çıkardığı gerçeklerdir. Fakat gerçek böyle olmasına rağmen, algılar farklı olmaktadır. Bunda çaresizlik içinde gerçeği görmek istemeyip farklı algılamak zorunda kalmalar rol oynadığı gibi, psikolojik savaş uzmanı yandaş medyanın çarpıtma, cilalama ve maskeleme çabaları da rol oynamaktadır.
Şimdi artık bu cilalar da dökülüp AKP gerçeği iyice açığa çıkmış durumdadır. En azından Kürtler açısından bu durum gerçekleşmiştir. AKP’nin sahte dincilik yaparak Kürtlere dayanmaya çalıştığı gerçeği dikkate alınırsa, şimdi bu kanadının tümden kırılmış olduğu söylenebilir. 12 Haziran seçim sürecinin açığa çıkardığı en önemli gelişme herhalde budur. Bundan sonra da bunun devamı geleceğe benzemektedir.
Biz, zaman zaman AKP ve Tayyip Erdoğan gerçeğine dikkat çekmeye çalışmıştık. Aslında ortada AKP diye bir şey yoktu, tamamen ABD türetmesi bir oluşum vardı. ABD siyaseti, “yürü ya kulum” demiş, Tayyip Erdoğan da yürümüştü. ABD’nin, “milli görüşçü” İslami Harekete, yani Necmettin Erbakan liderliğindeki harekete yönelik müdahalesi sonucu ortaya çıkmıştı. Bu gerçekleri asla unutmamak gerekir.
AKP ve Tayyip Erdoğan, 28 Şubat 1997 postmodern darbesinin ortaya çıkardığı bir oluşumdur. ABD’nin “yeşil kuşak projesi”nin “milli görüşçü” İslami Harekete yönelik tasfiye müdahalesi AKP ve Tayyip Erdoğan’ı yaratmıştır. Dolayısıyla İslami Harekete yönelik bir ihanet ve tasfiye akımı olarak ortaya çıkmıştır. Necmettin Erbakan liderliğindeki İslami Hareketi tasfiye ederek, ABD hizmetinde sahte Müslüman bir hareket olmayı ifade etmiştir.
Bu gerçeği Necmettin Erbakan taraftarları çok iyi bilirler. Onüç yıl boyunca “siyasi yasaklı” adı altında Necmettin Erbakan’ın ne hale getirildiğini ve nasıl kahrından öldüğünü herkes gördü. Bu nedenle, AKP ve Tayyip Erdoğan gerçeğinin hain, tasfiyeci ve işbirlikçi özelliklerini asla unutmamak lazımdır. Bunların dıştan, ABD tarafından görevlendirilmiş olduğunu bilmek gerekir.
Şöyle de formüle edebiliriz: Son kırk yıldır ABD ve işbirlikçileri, kendilerine karşıt olan demokratik akımları tasfiye etmeye çalışıyorlar. Baykal, Perinçek ve benzerleriyle sol ve sosyalist hareketi tasfiye etmeye çalıştılar. AKP ve Tayyip Erdoğan eliyle de “milli görüşçü” ve demokrasiye açık İslami hareketi tasfiye etmek istediler. 28 Şubat olayı işte böyle yaşandı. AKP gerçeği işte budur.
Doğrusunu söylemek gerekirse, AKP ve Tayyip Erdoğan kendilerine verilen bu görevi başarıyla yerine getirdi. Onu görevlendirenler bu başarısını görünce, ellerindeki bu kozu bırakmayıp yeni hedeflere yönelik kullanmak istediler. İşte bu ikinci hedef Kürt Özgürlük Hareketi oldu.
AKP ve Tayyip Erdoğan, esas olarak 1997-2002 yılları arasında İslami Hareketin işini bitirdi. 3 Kasım 2002’de ise, hem bu görevini tamamlamak ve hem de Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmek amacıyla iktidara getirildi. Kendisine yüklenen esas görev, Ecevit başkanlığındaki koalisyon hükümetinin tam başarıya götüremediği uluslararası komployu başarıya götürmekti.
AKP, tam dokuz yıldır bu görevi başarmak için çalışıyor. Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye edebilmek için izlemediği yöntem, yapmadığı ittifak, çalmadığı kapı kalmadı. Allah ve ABD ne verdiyse Tayyip Erdoğan da Kürtlere karşı kullandı. Fakat şimdiye kadar başarılı olamadı. İşte Tayyip Erdoğan ve AKP’yi bu seçim sürecinde çılgınlaştıran ve “çılgınsever” haline getiren gerçek budur.
Bir aydın, “ya AKP Kürt sorununu çözer, ya da Kürt sorunu AKP’yi çözer” demişti. Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye edemeyen AKP, şimdi bu hareket tarafından tasfiye ediliyor. Önümüzdeki sürecin en ciddi gelişmesi bu olacağa benziyor!..
Selahattin ERDEM
Özgür Politika
- Ayrıntılar