İnsan insanlaşmaya, toplumsallaşmaya yol aldığından bu yana hiç umutsuz, ışıksız kalmadı. Büyük emek ve yaratıcılığının yanında hep umutlu ve ışıklı olmayı bildi, böyle olmasaydı insanlaşmaya ve toplumsallığa ulaşması belki de mümkün olmayacaktı. Varoluşumuzun ne kadar farkındaysak, toplumsallığımızın kökeninde bulunan bu değerlerimizin de farkında oluruz.
Yirmisinde bir gencin yirmi bin yaşında olduğunu söylemek, yirmi yaşında olduğunu söylemekten daha gerçek değil midir? İnsan, ruhunun derinliklerine bakmasını bildiğinde insanlığın binlerce yıllık çatışmasını, umudunu kendinde bulabilir. Ve sadece kendi ömründen, insanın aydınlıksız, umutsuz ayakta kalamayacağını görür. Yalanlarla doldurulan, tarih adına tarihsizleştirme kitapları dahi, ne kadar çarpıtırsa çarpıtsın, insanlığa öncülük etmiş, yaşam, umut vermiş dehalarının, öz evlatlarının aydınlığı, gerçekliğini karartamaz.
Bize ait olmayan, özgür yaşama seçeneğinden yoksun, her adımımızın tanrılarca belirlendiği, karartılan bir dünyaya doğduk. Kimliksizdik, dilsizdik, kişiliksizdik...
Üzerinde yaşadığımız topraklar, üzerimizdeki giysiler, beynimize üşüşen düşler, düşünceler bizim değildi. Biz bize ait değildik. Yalan bir dünyanın yalandan figüranlarıydık. Ama yine de ne yapılırsa yapılsın, ne kadar oynanırsa oynansın, söndürülmeyen, hayatın başlangıcından, evrenden devraldığımız özgürlük ışığını taşıyorduk, derinliklerimizde...
Birçoğumuz sırtını dönüp, dalsa da yalan dünyanın sularına, birileri o ışığı bulup çıkaracak, onunla önceden çizilenin ötesinde, egemenlikli tarihten bugüne hep saklanmak, kapatılmak istenen, o zorlu yola gözlerini dikti. Bu yol nereye gidiyordu acaba? Sürüleşen koro hep bir ağızdan haykırdı; “ölüme gider, hiçliğe gider bu yol !...”.
Bilinmeyen korkutucuydu, her zaman olduğu gibi. Gitmek yola koyulmak cesaret istiyordu, en çok da hakikat aşkıyla yoğrulu bir yürek gerekti.
Asla, tümüyle karanlıklara teslim olamayan koca insanlığın en gizli görünmezlerinde sakladığı ışıktan, özden yarattı ve bu ışığın sonsuz savunucusu, tereddütsüz, bakmadan geriye, aydınlığıyla binlerce arayışçıyı sürükleyerek peşinden düştü yola.
Tarihin bu en eski yolundan başlayıp yolculuğuna, yeni yollar keşfederek kaderini aldı avuçlarına. Zor tanımını çok aşan, imkansız denilene yaklaşan bir yolculuktu. Düşe kalka, insanın önceden çizdiği tüm sınırları alt-üst eden, içinden çıkılan yaşama ait her şeyi üstünden, içinden atmadıkça hep kanadığı, düştüğü, kendini bulma, yeniden yaratma yolculuğuydu. Şimdiye kadar en çok yok sayılanlar, karanlığın ilk kurbanları kadınlar, hiçbir yaşama hakkı tanınmayanlar, özgürlüğe susamış halkların çocukları, kendi öz seslerinin, yüreklerindeki ışığın temsilcisi öncülerini takip ederek çıktıkları yolculukta yol oldular geride kalanlara. Verili sınırların dışına çıkan, yalanları parçalayarak kendi gerçek dünyalarını yaratanlar emsal oldular, ardlarında bıraktıklarına, her geçen gün büyüdüler, ışığı çoğalttılar. Sınırsız köleliğin zincirlerini parçaladılar.
Aydınlığı her geçen gün tüketen karanlık dünyanın yaratıcıları için uykusuz geceler demekti gerçekleşenler. Rahatları kaçmıştı, her şey istedikleri gibi gitmiyordu. Yerin derinliklerinde oluşan çatlak büyürse, altlarındaki toprak kayabilir, binlerce yıllık saltanatları yerle bir olabilirdi. Tehlikenin kokusunu iyi alan burunlarıyla, büyüyen ışıkta ölümlerini gördüler. Can havliyle ışığı boğmanın yollarını aramaya koyuldular. Karanlık, hile, yalan, katliam, her türlü kirlilik, vahşet onların işiydi. Bunlarla büyüyerek bugünlere gelmişlerdi. Özgürlük adına köleliğin en derinini yaşatan bu canavar, insanı geçmişinden ve geleceğinden, onu kendi yapan toplumdan koparıp, parçalayarak yalnızlığın, sevgisizliğin en diplerine fırlatarak, ölmeden sürekli ölüm halini yaşatıyordu.
Özgürlük savaşçılarının düşlerine, düşüncelerine sızmak, onları yollarından döndürmek için elinden geleni ardına koymadı. Kimileri düşse de canavarın pençesine, savaşçılar daha büyük bir azimle sürdürdüler savaşlarını. Çok amansız, insafsız, adaletsiz bir savaşı yürüttüler, karanlığın temsilcileri hem de insanın doğuş beşiğinde.
Dünyanın tekniği alt edemedi bir olan bilinci, inancı ve umudu. Ve karanlık, gözlerini aydınlığın öncüsüne dikti. Binlerce yıldır, kah yer üstünde kah yer altının derinliklerinde süregelen çatışma, çıplak gözler önünde büyük bir savaşa dönüşmüştü. Yerin göğün en derinden hissedip, sarsıldığı, kör yüreklerin dahi gözlerini açan, insanlık tarihinin en kirli oyununu sergilediler.
Boğmak, yok etmek, kökünden söküp atmak istediler aydınlığı, insanlığın umudunu. Dünyayı bir tiyatro sahnesi haline getirip insanlığa kendi yok oluşlarını alkışlatmak istediler. Olmadı, olamazdı!
Bir kere özgürlük tohumu boy atmıştı. Kök salmıştı. Artık her şeyi kontrol edemezlerdi, edemediler...
Nasıl ki karanlık binlerce yıllık bir tarihe sahipse, aydınlık ondan daha uzun bir tarihe, tecrübeye sahipti. Karanlığı aydınlığa çevirmenin yolunu bulmuştu. İnsanlığın kirlenmemiş oğlu! Özgürlük aşkıyla dolu bir yürek yenilmezdi, kendini yürüterek çoğaltırdı. Zifiri karanlığı dahi aydınlığa çevirmek en büyük yaşam oyunu, gerekçesiydi onun için.
Ve büyük savaş, dört bir yanımızda, yaşamın her alanında, ruhlarımızda şiddetlenerek büyüyor. Kim kazanacak? Arayışçılar-savaşçılar hakikat yolunda yürüyerek kendini çoğalttıkça, kenetlendikçe aydınlık düşlerin, düşüncelerin etrafında, O’nun dediği gibi, “Özgürlük Kazanacaktır!”...
Şehit Viyan Bölüğü
- Ayrıntılar
Ere oy felek!
Ere oy felek!
Tam bundan 12 yıl önce ne çarxın kaldı ne de vicdanın.
Ne adaletin kaldı ne de hukukun.
Ne yiğitliğin kaldı ne de cesaretin.
Kala kala korkaklığından dolayı qelleşçe yaptığın komplo kaldı.
Ere oy felek!
Ere oy felek!
Nerede, ne zaman, birine karşı hele bir öndere karşı, böyle bir komplo yaptın?
Nerede, ne zaman bir halkın özgürlük özlemlerine karşı topluca hareket ettin?
Nerede, ne zaman bir halkın soykırımdan geçirilmesine sessiz kalma bir yana ortak oldun?
Ere oy felek!
Ere oy felek!
Hani PKK’ye altı aylık ömür biçmiştin.
Hani PKK dağılacaktı.
Hani PKK bir daha direnişe geçmeyecekti.
Ere oy felek!
Ere oy felek!
Umudun tam tükendiği sanılan bir yerde, yeni bir zafer umudunun yükseleceğini bilmiyor muydun?
Böyle bir Önder’in etrafında yiğit Kürt halkı ve çıplak bedenlerinden başka bir şeyi olmayan zindan direnişçilerin ateşten çember oluşturacağını bilmiyor muydun?
Kendi küllerinden kendini yeniden yaratan Anka kuşu gibi İmralı’dan Kürdistan kentlerine ve köylerine, oradan Kürdistan dağlarına kadar topyekun ve yeniden bir yaradılaşa geçen Kürtlerin bunu yapabileceğini hesaplamıyor muydun?
Ere oy felek!
Ere oy felek!
Ya ARGK’den de daha amansızca direnen bir HPG gerilla gücüne dönüşümün olabileceğini de görmedin mi?
Ya 120 ARGK gerillasının yaptığı bir eylemi 4-5 kişilik bir HPG gerilla timinin yapabileceğini de hiç görmedin mi?
Ya profesyonelleşen ve yenilmezliğini kanıtlayan HPG gerillalarının, Türk ordusuna tarihin en büyük yenilgisini ZAP’ta tattıracağını görmeyecek kadar körmü idin?
Ya HPG’nin neredeyse yüzde doksan düzeyde yenileneceğini de mi görmedin mi?
Ere oy felek!
Ere oy felek!
Bak, Kürdistan ve dünyanın dört bir yanındaki Kürtler, her yıl 15 Şubatta ayakta.
Bak, daha örgütlü ve direngen bir halk var.
Bak, artık her Kürt çocuğu ve gencinin tek bir hayali var.
Bak, bu hayali keskin olanlar, dağları mesken eyliyorlar.
Bak, bu hayali keskin olanlar, 15 Şubat Komplosundan alınacak en iyi intikamın gerillaya katılımdan geçtiğin iyi biliyorlar.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
“Devletin öldürme özgürlüğü var mı?”
2004 yılında Tekirdağ taraflarında ortadan kaybolan ve bir daha kendisinden herhangi bir haberin alınamadığı Tolga Baykal’ın annesi soruyor bunu. Ve haklı olarak da son yedi yıldır bütün mercilerde ve kapıların eşiğinde bu soruya cevap arıyor.
AİHM’de dahi bu sorusuna cevap aradı.
Tolga Baykal!!!
2004 yılında İstanbul Üniversitesinde öğrenciydi. O dönemlerde Tekirdağ tarafına bir geziye gitmiş ve daha sonra annesini arayarak, bir telefon numarası vermek istemişti. Fakat o anda telefon bağlantısı kesilir ve gözü yaşlı annenin Tolga Baykal’ın ağzından duyduğu son sözler bunlar olur.
Uzun bir süre onun izini sürer anne. Daha sonra yine bir gün kapısı çalınır ve izini sürdüğü oğlunun, küf kokusu sinmiş elbiseleri kendisine verilir.
Bunun dışında da herhangi bir şey söylenmez.
Aradan geçen zaman zarfında bir uzman çavuş, Tolga’nın annesiyle telefonda oldukça ilginç diyalog geliştirir. Son derece kendinden emin bir şekilde bu işin peşini bırak der.
Tolga’nın annesi bu işin peşini bırakmadığı gibi her yerde ve platformda bu soruna ve benzerlerine, yani bu ülkenin kayıp insanlarına yönelik ciddi bir hassasiyetin mücadelecisi olur.
Galatasaray Lisesi önünde, üç yüz küsur haftadır toplanan ve kamuoyunda “cumartesi anneleri” olarak bilinen grupla tanışır.
Geçtiğimiz günlerde de, başbakanla görüşme yapan heyetin içinde yer alarak, yedi yıldır yürüttüğü amansız mücadeleyi anlatır.
Fakat orada “Tolga’nın cenazesine ulaşsam dahi bu insanları ve bu acı hikayeleri, o soğuk meydanlarda bırakmayacağım” der.
Devletin kendisinde öldürme özgürlüğünü hissettiği bir olayın ve yakın geçmişin toplumsal hafızasının şekillenmesinde oldukça önemli bir rolü olan bu gerçekliklerin, devlet ve toplum arasındaki ilişki hukuku gerçekliğinde öteden beri cevabını arayan şu soruya dayanır;
Devlet korumak ve kollamakla mükellef olduğu topluma karşı neden şiddet uygular?
Bu soruyu dünya gerçekliğindeki demokrasi ve liberal hukuk devleti anlayışlarına vurduğunuzda alacağınız en kestirme cevap; devlet başlı başına bir yapısal sistemdir. Bundan dolayı her türlü yürütme-yasama erkine sahiptir. Bundan dolayı da cezai yaptırımlarının dışında ve uygulamakla mükellef olduğu hukuksal çerçevenin dışında hareket edemez!
Bu soruya sokağın ortasında ve paramparça olmuş hayatların içinde alacağınız cevap ise; umuda yolculuk otobüsleri ve yaz/kış demeden o meydanda toplanan, her hafta bir hikaye anlatan annelerin gözyaşları olacaktır.
İşte bu sorunun cevabını ve yaşamın gerçekliğini tam 17 yıldır o lisenin önündeki meydanda arayan anneler var hala.
17 yıldır canlarından birer parça olan kayıplarının akıbeti hakkında seslerini duyurma mücadelesi veriyorlar. Salt bugün değil dün de oradaydılar, emin olun yarın da olacaklar. Onlar sadece ve sadece kuru bir mezar, kırıntı kabilinde olsa dahi bir bilgi istiyorlar.
Son 17 yıldır ortaya koydukları bu duruş; devletin yargısının, yasamasının ve yürütmesinin işleyiş mekanizmasını ve sınırlarının herkes tarafından bir kez daha sorgulanmasını şart koşuyor.
Hikaye sadece Tolga Baykal’la sınırlı da değil. Cumartesi anneleri bu acımasız yazgılarının bütün hezeyanlarına bir cevap arıyor. Devletin bu soruyla yüzleşmesini istiyor.
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 12 Şubat günü 19.30-20.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Haftanin’in sınır alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından kobra tipi helikopterler ile bombardıman yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Şubat ayı, Kürdistan’ın birçok bölgesinde biz Kürtler arasında “Sıbata dînok” diye tanımlanır. Yani, “deli şubat.” Deli denir şubata! Kışın, doğa koşullarının zorluğu mu? Kar, fırtınanın yoğunluğu mu? Yolların kapanması ve çevreyle ilişkilerin kesilmesi mi? Bunlar da var ama sanmıyorum ki bundan dolayı Sıbata dînok densin.
Kürdistan’ın doğu-güney sınırı, güney-kuzey sınırı ve kuzeydoğu Kürdistan sınır hatlarının dağların karla kaplı ve her gün fırtınalara gebe halleri ve sınırların öte yüzündekilerin akrabalarına ulaşamama, ulaşmak isterken fırtınalara yakalanıp karda donup boğulmaları, yine karda boğulanların naaşlarının bulunmaması; bulunsa dahi yaz aylarında karın erimesinden sonra kurtların, çakalların yediklerinden artakalan parçalanmış elbise artıkları ve kemikleri bulunur.
Kürdistan’da Şubat ayında üç mevsim bir arada yaşanır. Ovalarda ekinlerin yeşerdiği, vadilerin yem yeşile kestiği, dağ eteklerinin eriyen kar sularıyla coştuğu, yükseklerin kar boranla geçen donduran, öldüren soğuğu Şubatın birkaç yüzü. Ancak Şubat ayının farklı yüzleri de var. Biz Kürtleri insanlık ailesinden çıkarmak için planlanan ve hala devam eden toplum kırım politikalarının uygulanma zamanı gibi.
Adımız, “eşkıya, kuyruklu, idraksiz, medeniyetten uzak”; varlığımız, güldürü-mizah malzemesinin aşağılanan fıkralarının konusu ve sanatın çöplük işlemelerinde etkisiz madde... Yani beyaz adamın kusmuğunu üstüne kustuğu, coğrafyası ile halkıyla bir toplum kırım arenası. Bu, öyle bir kırım ki Nazizm’e ilham verdi ve Nazım Hikmet’i bile tuzağa düşürerek O’na da bizim için “eşkıya” dedirtti.
20.yüzyıl başında dünyanın ulus devletlerince ve en acısı da halklar adına mücadele eden Lenin’in Bolşevik Partisi’nin katkılarıyla Lozan’da yeryüzünde yok sayıldık.
1925 Şubatının 15’inde Kürt şeyh ve dedelerine karşın komplolarla soykırım başlatıldı. Katlettiler, yaktılar, sürgün ettiler ve 80 Şeyhimizi hunharca astılar. Beyaz adam doymak bilmiyordu, analarımızın kulaklarını kesip altın küpeleri çaldılar “sevgililerine” hediye ettiler.
Sovyetlik Komünist partili yoldaşlarla anlaşarak Lenin’in Kurdurduğu Kızıl Kürdistan’ı 1936–38’de yıkarak Orta Asya Türkî Cumhuriyetlere dağıttılar. Yük trenlerine doldurulan yüz binlerden günlerce yapılan yolculuklar sonucunda yarısı ölmüş, öldürülmüş ve arta kalanlar Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’a dağıtılmışlardı. Dağıtıldıkları, konumlandıkları alanlar, yerleşim yerleri de Türklerin içindeydi.
En ilginci ve anlaşılması zor olan da toplu kalmalarına izin verilmemesi, köy köy Orta Asya'nın her yanına parçalanarak dağıtılması ve 1968’e kadar da bu köylere giriş çıkışların izne tabi tutulmasıdır. Yani bir nevi karantinaya alınmaları. Geride Kızıl Kürdistan’da kalan Müslüman Kürtler Azeri olmayı kabule zorlanıyor; Ezidi olanlar da Gürcistan ile Ermenistan’a dağıtılıyorlar. O dönem TC ile anlaşmanın gereği bunlar yapılıyor. Beyaz adam durmuyor, doymuyor toplum kırımına devam ediyor. Ta şimdiye kadar. Ama ne gariptir deli, eşkıya, dağlı denilerek küçümsenmek isteyenler tüm yok etme silah ve programlarına rağmen hala dağdalar.
Kara gün 15 Şubatta, soykırım gününde Rêber APO esir düşünce Kazakistan’da yaşayan şair (Welate me Kurdîstan’e şarkısının yazar) Mecide Sılo Önderlik için bedenini ateşe vermişti. Şubatın acısı Kürtleri siyasallaştırdı. Önderliğin yakalanması, esir düşmesiyle dağıtıldıkları dünyanın her yerinden yüzlerini ülkelerine döndüler.
15 Şubat 1925’te başlatılan Kürt toplumsal soykırım politikalarının yıldönümünde Önder APO’yu haince bir tuzakla Türkiye’ye getirdiler. Şeyh Sait’in idam edildiği 29 Haziranda Önder APO’ya idam verildi. TC, yani beyaz adam tarihselliğe göre hareket ediyor. Kürtlere “yok olmanızın tarihi var ve güncelden ders alın, siz var olmak isterseniz hep idam ve katliamları yapacağız” mesajını verdi. Katliamları hep yaptılar, günlük hayatımızın her alanına saldırarak yaptılar, tarihi belleğimize saldırarak tarihsizliği yarattılar. Asıl bir toplumun, bireyin tarihsel bellekten yoksunluğu o toplumda boşluk yaratır. Şubat 1925 ile hedeflenen Kürt toplumunda boşluk yaratmak yaratılan boşluktan beyaz Türklüğü inşa etmekti.
Sonuç olarak biliniyor delilik de bellek kaymasından kaynaklanır. Kürt toplumunun Şubat ayına deli şubat demesi mizahi de olsa, güncel yaşamın zorluğundan da olsa kendine yönelen soykırıma karşın bir karşı refleks ve kendinde ısrarın, kimliğini korumanın kara mizahıdır. Kürtler adeta “Senin tankın, topun, askeri zorun var, kendini güçlü görebilirsin, öyle de sanıyorsun ama benim damarlarım insanlığın ilk evrimine, ilk yerleşik yaşam ve toplumsallaşmanın ilk kültürüne gidiyor. Ben yaşayan insanlığın doğuranıyım yerimden sökülmem” diyor.
Evet, soykırımcıların planladıkları kara 15 Şubat yani Kürtleri kırım gününe cevaben Önder APO İmralı duruşu ve yaratığı eserleriyle soykırım tarihini boşa alarak Kürt tarih belleğini yeniden yarattı. Şimdi dağlılar, eşkıyalar yani Kawa’nın ellerinde özgürlük ateşi olan çocukları deli gömleğini zalimin başına ilmik ilmik örüyor. Şeyh ve dedelerimiz rahat uyusun, mezalimin planı başarılı olamadı.
Medet Serhat
- Ayrıntılar
Şeyh Said “isyan’ı” diye bilinen Kürt direnişi tarih olarak 15 Şubat 1925 olarak verilir. Üç ay sonra ise “isyan” Şeyh Said’in bir ihanetle yakalanışı ardından bastırılır. Tek tük direnişler farklı mekânlarda sürdürülürse esasta baş gövdeden kopartıldığı için direniş sonuçsuz kalır. Direniş çökertildikten sonra da Şeyh Said ve ona arkadaşlık yapanlar idam edilir. İdam tarihi olarak, 29 Haziran 1925 verilir.
Şeyh Said direnişinin bastırılmasıyla idam sehpalarında onlarca yurtsever katledilir. Bu esasta Kürdistan’da yeni ve çok trajik bir sürecinin başlatılması demektir. Bu süreç Kürtler açısından çok yıkıcı bir süreç olacaktır. Soykırım uygulanması demek çokta abartı olmayacaktır. 1938 yılına kadar süren bu tarihi kesit, esasta bir halkın topyekûn imhasının hedeflendiği ve önemli oranda da katledildiği tarihi bir kesittir.
Kimdir Şeyh Said?
Şeyh Sait 1865 yılında Erzurum’un ilçesi Hınıs’a bağlı Kolhisar Köyü’nde dünyaya geldi. Babasının adı Şeyh Mahmut Fevzi’dir. Şeyh Sait’in ailesi köklü ve büyük ailelerdendir. Dedesi olan Şeyh Ali, Mevlana Halid’in öğrencilerindendi. Şeyh Ali, Mevlana Halid’in, Şam’daki dergâhında eğitim gören öğrenciler arasında özel olarak ilgilendiği 11 gençten biriydi.
Şeyh Sait Medreselerde eğitim görmüş, dönemin en iyi din eğitiminden geçmiş, Arap-İslam felsefesinin yanında eski Yunan felsefesi ile mantık derslerini okumuştu. Arapçayı Kürtçe kadar iyi konuşuyor, okuyor ve yazıyordu.
Şeyh, genç yaşta çevresinde sivrilmiş, tanınmış bir kişilik olmuş, olgunluk çağında ise bölgede tartışmasız kabul gören saygınlığına, Nakşibendîliğin “Postnişin” ini eklemişti. Şeyh varlıklı sayılırdı.
Özcesi Şeyh Said yaşanabilecek olası gelişmelerde destekleri alınabilirse önemli roller üstlenecek saygın bir kişiliktir. Etrafta sevilendir. Bir de yapıcı olan diliyle de genel olarakta kabul görendir.
1920’li yıllar Ortadoğu’da tüm halkların kendilerine bir yol aradıkları yıllardır. Birinci dünya savaşı bitmiş, Osmanlı yıkılmış, emperyalistler Ortadoğu’yu işgal etmişlerdir. Kendilerince Ortadoğu’ya biçim vermek için kendi aralarında Ortadoğu halklarına karşı hem birleşiyorlar, hem de birbirlerine karşı kavgalıdırlar. Bu esasta çok ciddi hilelerin ve oyunların oynandığı anlamına da gelmektedir.
Örneğin güneyde İngilizler Berzenci’yi yanına alarak kuzey Kürtlerini etkileyerek Türklere karşı çıkmaları için özel baskı uygulamaktadırlar. Ne de olsa eğer Kürtler Türklere karşı direnişe ya da isyana geçerlerse o zaman İngilizler güneyde daha rahat petrol yataklarını ele geçirebileceklerdir. Yine Türklere karşı önemli bir kozu ele geçirmiş olacaklardır. Berzenci bunu kabul etmediği için önce Kürdistan toprakları İngilizlerce bombalanacak ardından da Şeyh Mahmut Berzenci tutsak alınarak Hindistan’a sürgüne gönderilecektir. Bunun için Türkleri-ki bu arada Türkiye’de görkemli bir ulusal kurtuluş savaşı verilmiş, Kürtler ve birçok başka halkta burada bu direnişte yerini almıştır. Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulmuş, Kürtlerde başka birçok halk gibi dediğimiz gibi bu kuruluşta yerini almıştır. Ve asli kurucu üyeler olarak kabul edilmişlerdir. Böyle biraz istikrarı yakalamış bir yapı yukarıda dile getirdiğimiz gibi, İngiliz ve emperyalist emellerinin gerçekleşmemesi ya da zor gerçekleşmesi demektir.
İşte burada İngiliz oyunları devreye girer. Kürtleri Türklere karşı kışkırtmak başlıca plandır. Kaldı ki Kürtler birinci dünya savaşında geç kalmışta olsalar giderek kendi aralarında örgütlenmeye gitmektedirler. Azadi örgütünü kurmuşlardır. Sevr bir İngiliz planı olarak iyi tutmuştur. Türkler korkutulmuşlardır. Yeni kurtarılmış olan vatan yeniden parçalana bilir fobisi iyi hazırlanmıştır. Ve nitekim Lozan’a giden yol esasta Sevr tuzağıdır. Bu tuzağın açık bedeli Kerkük ve Musul’dur. Lozan’da Kürtlerin yok sayılmasıyla Kürtler doğalında rahatsızdırlar. Ve örgütlüklerine daha fazla ağırlık vermişlerdir. Lozan’ı yaratanların da yine İngilizler olduğunu unutmayalım. Berzenci’yi yanlarına alma çabaları, kuzeyde Kürtleri Türklere karşı çıkarma girişimleri bir şekilde Türklere de yansıtılmıştır. Kürtlerin İngiliz destekli bir ayaklanması Türkiye cumhuriyeti devletini tehlikeye sokacaktır. Bunu çok açık bir şekilde İngilizler Türklere hissettirmektedirler. Muhtemelen bu bilgileri vermektedirler.
Sonuç; Lozan’da güneyde bulunan petrol yataklarının tümü İngilizlere bırakılmıştır. Musul ve Kerkük Misakı Milli sınırlarının dışında tutulmuşlardır.
Sonuç; İngiliz destekli olarak Kürtler yok edilme sürecine alınmışlardır. Kürtlerin katledilişlerine sessiz kalınacağının sözü alınmıştır. Kürdistan’ı Türklerin kültürel ve fiziki yayılma alanı olarak kullanılmasına göz yumulmuştur.
Sonuç; dondurucu çıkar ilişkileri Kürdistan’da bir katliam sürecinin başlatılmasına yol açmıştır.
Şeyh isyanı dedikleri isyan bunun için söylendiği gibi bir isyan değildir. Kürtler söylendiği gibi ayaklanmamışlardır. Kürtler çok bilinçli, planlı, sistematik olarak bir katliam sürecine çekilerek inkâr ve imha rejimine tabi tutulmuşlardır. Buna da Kürt isyanları demişlerdir.
Kürtler dediğimiz gibi isyana kalkmamışlardır. Önce Şeyh Said’i çok büyük hinlikler ve hainlik içeren bir komployla tavır almaya zorlamışlardır. Şeyh Sait hazırlıklı olmadığı halde bu tavrı sergileyince bu kez “ayaklandılar” diyerek topyekûn katliam mekanizmasını devreye koymuşlardır. Daha önce de gelişebilecek olası bir direnişte rol alacak Cibranlı Xalıt ile Bitlis Ziya Yusuf gizlice tutuklanmışlardır.
Özcesi yok edilmeye karşı Kürtlerin yaptıkları sadece ve sadece bir direniştir. Kürtlerin 14 yıl boyunca geliştirdikleri direnişlerdir. 29 isyan dedikleri isyanlar incelendiğinde yaşananın sadece ve sadece birer direniş olduğu rahatlıkla görülecektir. Bir nevi varlıkları korumak için direndikleri apaçık gözler önündedir.
Evet, tarihi iyi okumak gerekir. 15 Şubat 1925’te Kürtlere dayatılan bir soykırım sürecidir. Bu soykırım rejimi çok vahşice uygulandı. Bu soykırım rejiminin destekleyicileri belki de planlayıcılarının başında İngiltere emperyalistleri gelmektedir.
Aynı ve benzer bir komployu bu kez ikinci kez Ortadoğu’yu kendilerine göre tasarımlamak isterlerken önlerinde engel olarak yine Kürtleri görmüşlerdir. Kürtlerin içerisinde de emperyalistlerin oyunlarını kabul etmeyen, kendi özgürlük çizgisinde ısrar eden Özgür Kürt İradesini görmüşlerdir.
Yeni bir 15 Şubat’a doğru giderken 15 Şubat’a birde bu gözle bakarak, direnişimizin ne kadar derin olması gerektiğinin bilinciyle 15 Şubat’ı yaratanlara karşı tavrımızı daha da büyük bir bilinç ve özveriyle yükseltelim.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Herhalde dünyada bir insanı ya da toplumu yok saymanın en kötü tarzı o bireyin ya da toplumun düşüncede bile olmadığını düşünmektir. Düşünce de bile olmayan birilerine gösterilecek yaklaşım ise umursamazlık olacaktır.
Birilerini ezebilirsiniz, bastırabilirsiniz, olmaması için elime edebilirsiniz, yok edersiniz, sömürebilirsiniz. Daha başka anti insani yaklaşımlarda da bulunabilirsiniz. Ancak bu anti insani duruma karşı bireyler yada toplumlar refleks gösterirler. Kimileri en sert direnişe geçerek, kimileri içine kapanarak, kimileri çocuk doğurmayarak, kimileri intihar ederek, kimileri bu baskıyı, sömürüyü kabul etmediğini başka başka yöntemlerle hissettirerek bunu yapar.
Ancak siz bir bireyi ya da toplumu umursamazsanız orada ortaya çıkacak tablo çok daha kötü bir şekilde tahripkârdır. Zamanında İsmail Beşikçi Hoca bu durumu devletlerarası sömürge statüsü olarak değerlendirdi. Kimisi buna sömürge bile denilmeyecek kadar dıştalamak ve umursamazlık dedi.
Umursanmamışlık belki de dünya da psikolojik özel savaşın en derinidir. Özel savaşların anası gibi bir durumdur. Birilerinin var olduğunu hiç görmemekten gelerek, o “var olanının var olmadığının” hissiyatını yaratarak birilerini hiçleştirmedir.
Hiçlilik psikolojisi korkunç bir durumdur. Bir insanı bitirmek istiyorsanız, bir bireyi ruhsal olarak çökertmek istiyorsanız, bir bireyi kendisiyle kavga eder hale getirmek istiyorsanız, bir bireyi kendisine karşı öz güvensiz kılmak istiyorsanız, bir bireyi hasta ve patolojik kılmak istiyorsanız, öyle bir bireyin olmadığını, öyle bir bireyin bir hiç olduğunun durumunu yaratın, gerisi yukarda dile gelenlerin gelişmesi ve yaşanmasıdır.
Kürdistan’da işgalciler çok bilinçli bir şekilde bir halka karşı umursamazlık politikasını geliştirmişlerdir. Ve bu politikayı da ısrarla sürdürmek istiyorlar. Kürt halkını ne kadar umursamazlarsa o kadar Kürt halkını ruhsal sahada kendilerine bağlı kılacaklarını düşünmektedirler. Yukarıda dile getirdik; umursanmayanların psikolojisi ağırlıklı olarak ilgi beklemeye dönük, çaresizlik psikolojisidir. Bir kere bu yaratıldı mı bu psikolojiyi yaşayanları kendi merkezi ekseninde tutmak zor olmamaktadır.
İlgi bekleyenleri tatmin etmek kolaydır. Kandırmak rahattır. Yönlendirmek basittir. Bir şeylere razı etmek zor değildir.
Aynı biçimde bu kez tersinden umursamayanlar kendilerine son derece güvenirler, rahat olurlar, üstün bir psikolojileri vardır. Yaptıklarını hak görürler. Onlar ilgilenecek olanlardır. Onlar buyurgan olanlardır. Onlar bu toprakların sahibidirler. Onlar efendidirler. Onlar her şeydirler.
İşte bu durumu tersine çevirmek gerekiyor. Özgürlük hareketi tam 30 yıldır bu durumu tersine çevirmek için amansız bir mücadele vermiştir. Bunun için 20 bin gerilla can vermiştir. 20 bine yakın yurtsever insanımız katledilmiştir. 4 bin köyümüz yakılmıştır. Düşman Kürdistan’ın adeta virane çevirmek için her şeyi yapmıştır. Buna rağmen mücadele durdurulamamış ve Kürt halkı kendisini hissettirecek duruma getirmiştir. Kürt halkı artık umursanan hale gelmiştir. Kürt halkı kendi farkına vararak, kendine güvensiz olan ruh halini aşmaya dönük ciddi bir mücadele içerisine girmiştir. Kendi kaderini artık kendi eline almıştır. Artık kendine güvenmektedir. Ve kimsenin ona tepeden bakılmasına izin vermeyecektir. Ve buna kimsenin cüret etmesine de izin vermeyecektir.
Ancak Kürt halkının kendisine bu kadar güvenmesi yeterli değildir. Bu kendisi olma durumu, işgalcilerin Kürdistan’da kendilerini işgalci görmelerine yetecek kadar değildir. Bunun için öncelikli olarak işgalcinin kimyasını bozulması gerekiyor. Umursamazlık psikolojisinin yıkılması gerekiyor. Umursamayanın umursanmadığının hissettirilmesi gerekiyor. Bunun yolu ise Kürdistan’da işgal konumda olan polisine, askerine, öğretmenine, savcısına, memuruna özcesi her türlü devlet görevlisine öyle bir umursamazlık yaklaşımı gösterilmelidir ki, bu işgalci gücün memurları kendilerini bu ülkede yabancı ve işgalci hissetsinler. Bu işgalci memurlara karşı sadece ve sadece kendi dilimizle konuşulmalıdır. Kendi dilimizle konuşmasak bile bu işgalci memurlarla konuşulmamalıdır. İşgalci memurlar, burada bu tavırlarıyla ya yabancı olacaklar ya da sağlıklı bir insan gibi Kürt halkıyla el ele onun özgürlük mücadelesinin yanında yer alarak bu toprakların baş tacı olacaklardır.
Evet, işgalcinin kimyasını bozmak gerekir. Bunu yapacak olan ise yıllardır dimdik ayakta duran onurlu direnişiyle destan yaratan halkımız olacaktır. Onun genci, onu çocuğu, onun anası, onun kadını, onun babası, onun imamı. Özcesi komple Kürt halkı olacaktır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
Kürdistan Özgürlük Hareketi ve Demokrasi mücadelemizin en önemli süreçlerini yaşamaktayız. Kürdistan Halkı tarih sahnesinde hiçbir zaman bu kadar özgürlüğü kendi iradesi ve mücadelesinin ürünü olarak ele almamıştır. Bu büyük ve onurlu yürüyüşün yarım yüzyıla yakın olan tarihinin her anı büyük kahramanlıkların sergilendiği ve yaşandığı destansı bir tarih olmuştur.
- Ayrıntılar
Öz savunma belki de özgürlük mücadelesi içerisinde en az anlaşılan konuların başında gelmektedir. Adeta olsa da olur olmasa da olur yaklaşımlarını günlük olarak görüyoruz.
ARGK sürecinde öz savunmayı ağırlıklı olarak gerillayı tamamlayan yedek bir güç ya da çalışma olarak ele alıyorduk. O zaman devrimi ağırlıklı olarak gerillaya dayalı olarak yürüteceğimize inanıyorduk. Hiç şüphe yoktur ki halk serhildanları yükseltilecek ve gerillayla el ele devrim gerçekleştirilecekti.
Ne var ki tarih bize gösterdi ki bu yetmeyen bir yaklaşım olmuştur. Hele bir de Türkiye’de devrimin ikinci önemli ayağı gelişmeyince ciddi zorluklar yaşanmıştır. Öz savunma çalışmalarını biz milis örgütlenmesiyle yürüttük. Ve bunlar genelde silahlı milislerdi. Yer yer milis taburlarını da oluşturduk. Ve gerillayla birlikte onlarca milis eylemlere katıldı. Ama dediğimiz gibi bunlar hep gerillanın yedeğinde, yanında, destek güçler olarak ele alındı. Özcesi stratejik bir yaklaşım yerine taktiği bir güç olarak ele alınıyordu. Diğer dünya devrimlerinde öğrendiklerimiz bunlardı. Onlarda böyle yapmıştı.
Ancak dediğimiz gibi tarih ve özgürlük mücadelesi bize gösterdi ki bu yaklaşımımız yetersizdi. Hiç şüphe yoktur ki gerillanın yanında silahlı milisler olacaktır. Yani ateşli silahlar kullanarak gerillanın yanında yer alacak güçler yine olacaktır. Ancak önüne devrimi ve özgürleşmeyi koymuş bir halk ya da hareketin savunma stratejisi bu olamaz.
Partimizin öngördüğü yeni stratejiye ve paradigmaya göre biz tümden halka dayalı özgürleştirme çalışmalarını ele alıyoruz. Yani halka rağmen devrim yerine halkla, halkın yanında yer alan bir gerilla olarak özgürlük mücadelesi yürütülecek. Gerilla olmasa da bu halk kendi özgürlük mücadelesini yürütecek pozisyona gelmelidir. Bu yepyeni bir yaklaşımı gerektirir. Bu komple bir halkın örgütlülüğünü gerektirir. Yeniden bir halkı ana yanlı, neolitik, eşitlikçi, özgürlükçü ve de adaletli olarak ele alarak geliştirmek istiyorsak –ki biz buna politik ahlaki toplum diyoruz-o zaman savunma stratejimizi değiştirmemiz gerekiyor.
Kürt halk önderliği: “Ahlaki ve politik toplumun günümüzde yaşadığı gerçeklik, yani öncelikli sorunu özgürlük, eşitlik ve demokratikleşmenin de öncesinde var oluşsaldır. Varlığı tehlikededir. Modernitenin çok yönlü saldırısı, her şeyden önce varlığını savunmayı öncelikli kılar. Demokratik modernitenin bu saldırıya karşı cevabı, öz savunma anlamında direniştir” demektedir.”
Devamla da; “Öz savunmayla birlikte demokratik siyaset, dönem politikacılığının özüdür. Demokratik siyaset ahlaki ve politik toplumu geliştirirken, öz savunma onu iktidarın kendi varlığına, özgürlüğüne, eşitlikçi ve demokratik yapısına yönelik saldırılarına karşı korur“ demektedir.
Başka bir deyimle, “Öz savunma bir kol olmaktan ziyade, demokratik toplumun ve demokratik konfederalizm örgütlülüğünün esas savunma gücü ve sistemini ifade etmektedir. Meşru Savunma Stratejisinin temel örgütlenme biçimi olmaktadır. Demokratik toplumun bilinç, eğitim ve örgütlülükle kendi kendini savunur bir güç haline gelmesini içermektedir.”
Yani, “öz savunma bir kol değil, demokratik konfederalizm sisteminin temel savunma duruşu, gücü ve örgütlülüğüdür. Tüm halkın öz savunma bilinci, eğitimi ve örgütlülüğüne kavuşturulması ve saldırılar karşısında kendi kendini savunmasını ifade eder öz savunma.”
Gerilla ise bu öz savunmanın sadece ve sadece bir parçasıdır. Ateşli silahları kullanan parçasıdır. Biraz da profesyonel olanıdır, öncüsüdür.
Bu yeni bir durumdur. Gerilla kendi üzerine düşeni yine layıkıyla yerine getirecektir, yükün ağır olanından geri durmayacaktır. Ancak Kürdistan’da meşru savunmanın ya da meşru direnişin temel savunma gücü öz savunmadır.
Öz savunmaya yaklaşım, demokratik toplum örgütlülüğüne, özgür yaşama yaklaşımdır. Öz savunma yaşamın her sahasına taşırılması gereken bir savunma biçimidir. Bir nevi öz savunma toplumun yaşam refleksidir. Atar damarlarıdır. Yaşamasının garantörüdür.
Dikkat edilirse demokratik özerklik tartışmalarında devletin, egemenlerin, cümle cemaat Kürt halkının güç olmasını istemeyen güçlerin rahatsız olduklarını gördük. Her şeyi kabul edebilirler ancak öz savunmada nereden çıktı diye afallanıyorlar. Kabul edemeyeceklerini söylüyorlar.
Ama biz biliyoruz ki kendisini savunmasını bilmeyen bir toplumun elde ettiği tüm hakları bir gün içerisinde yeniden elinden alınabilir. Ama biz her an kendisini savunabilecek bir pozisyonda bulunan bir halka yaklaşımın sıradan olamayacağını da biliyoruz.
Hâlbuki ileri toplumlarda nereye giderseniz gidin, nereye bakarsanız bakın eğer kendilerine dönük tehlikeler ön görüyorlarsa sivil savunma çalışmalarını aralıksız sürdürürler. Aralıksız kendilerini savunmanın eğitimlerini sürekli yaparlar.
Bizim savunmamız ya da öz savunmamız hiç şüphe yoktur ki devletlerinkine benzemiyor. Ne devletlerin elerinde bulunan maddi imkânlarımız vardır ne de devletler gibi kendimizi savunmayı düşünüyoruz.
Bizim yapacağımız her şart altında yaşamımıza yapılacak olan kast etmelere anında cevap vermektir. Çoğu zaman da yaşamımıza kast edilmeden kendimizi savunacak olan mekanizmayı oluşturmaktır.
Öz savunma öncelikli olarak silahsızdır. Silahlı olanları zaten gerilladır. Gerilla da kolay kolay şehre inmez. Gerekmedikçe inmez. Ancak ana gövdesi silahsız olanlardır. Bunların öncüsü kimdir diye soracak olursak, vereceğimiz cevap gençler ve kadınlardır olacaktır.
Öz savunma olmadan Kürt sorununun barışçıl-siyasi çözümü gerçekleşebilir mi? Kürt ulusal varlığını ve demokratik toplum örgütlülüğünü öz savunma olmazsa kim savunacaktır?
Buna verilecek cevap dediğimiz gibi gençliktir. Ve genç kadınlardır. Adeta her alanda mahalle mahalle gençliğin kendisini örgütlenmesi gerekiyor. Hücre hücre kendisini sistem haline getirmesi gerekiyor. Toplumu savunacak temel güç haline kendisini getirmesi gerekiyor. Öyle bir örgütlülük olmalıdır ki kim nerede ne yapıyor yerelde örgütlenmiş gençlik bilsin. Uçan kuştan haberi olsun. Bir yerde bir şey mi olmuş birkaç dakika içerisinde oraya binlerce insanla yığılsın.
Bugün teknik gelişim dikkate alındığında birbirine ulaşmak zor olmamalıdır. Bir sinyalle bir yerde buluşmak zor olmamalıdır. Bu kolay mı belki kolay değildir ancak başarılmak zorundadır. Başka da öz savunma gerçekleşemez.
Evet, öz savunma tümden bir halkı korumanın çalışmasıdır. Öyle ki yarın bir gün hiçbir gerilla olmasa da bu halkı savunacak, koruyacak bir öz savunma gücü oluşturmalıyız.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Gençler, demokratik toplumunun üzerine beton gibi yığılan ulus devlet ve onun araçlarının “demir kafesini” kırıp, toplumu demokratik ve özgür özüyle buluşturmak için mücadele etmiyor diyenlere kızmamak elden değil.
Bu görüşü taşıyanlar, gençlerin mücadelesini nasıl görmezden gelebiliyorlar hayret doğrusu. Eğer gençler mücadelenin içinde yerlerini almıyorlarsa, nasıl oluyor da her gün onlarca genç tutuklanıp ağır hapis cezalarına çarpıtılıyor? Gençlerin iç dünyalarına inersek bu soru sadece küçük bir örnek olur. Sisteme karşı savaşan her gence sorduğumuzda eminim birçok şeyi sıralayacaktır: Tüm riskleri göze alıyorum, hayatımı tehlikeye atıyorum, yeri geliyor ailemi karşıma alıyorum, iş ve okul hayatımdan vazgeçiyorum vs. mücadele için yaptıklarını sıraladıkça sıralar. Haksız mıdırlar? Elbette hayır, bunların hepsi doğru. Peki öyleyse gençlerin bu emeği neden görünür değil ya da küçümseniyor?
Bu sorunun can alıcı cevabı, gençlerin yanlış yerde duruşlarıdır. Yani gençler, yanlış yerde mücadele ettikleri için hak ettikleri büyük sonuçları elde edemiyorlar. Adorno’nun meşhur bir sözü vardır “yanlış hayat doğru yaşanmaz.” Gençlerin durumunu bu söz çerçevesinde inceleyecek olursak, eminim daha aydınlatıcı oluruz. Gençler, yanlış yerde durdukları için doğru sonuçlar elde edemiyorlar. Gençler köy, mahalle, kent gibi küçük yerlerde kaldıkları için büyük başarılar kazanamıyorlar.
Bilindiği gibi insanın durduğu yer, onun yeme içmesinden tutalım duygu ve düşünce dünyası, hayalleri, rüyalarına değin yaşamıyla ilgili hemen hemen her alan üzerine büyük etki yapar. Bu da pratiğin sonucunu büyük oranda belirler. Dolayısıyla köy, mahalle, kent gibi küçük yerlerde yaşayanların, hayalleri de pratikleri de sıradan ve küçük olur. Kendi küçük dünyaları içinde yaptıklarını çok büyük görürler ve bu da onları yanılgılı yaşamaya götürür. İşte bunun için savaştıkları düşmanı yeterince tanıyamazlar, mücadelelerinin gerekliliklerini yeterlice yerine getirmezler. Dolayısıyla başarısızlık kaçınılmaz olur. Gençlerin yaşadığı bundan başka bir şey değil. Gençler, büyük devrimciler gibi giyinmekle, siyasi kitaplar okumakla, kafeler de, kahvehanelerde ya da okul bahçelerinde hararetli devrim diliyle her gün onlarca devrimi sohbetlerde gerçekleştirmekle, birbirlerine ateşli devrim mesajları çekmekle, belirli gün ve haftalarda gösterilere katılmak gibi son derece küçük şeyler yaparak, büyük işler yaptıklarını sanırlar. Oysa durdukları yer küçük oldukları için, samimi niyetlerine rağmen yaptıkları büyük olamaz.
Eğer gençler kendilerine en çok yaraşan dağlarda olsalardı, elbette yaptıkları da durdukları dağlar gibi büyük, yüce ve anlamlı olurdu. Yüksek ve özgür dağlarda duyguları, düşünceleri, hayalleri ve yaşamları da özgür, yüksek ve anlamlı olurdu. Eğer gençler dağlarda olsalardı, en kof bir polisten köşe bucak saklanmazlardı, ama kale gibi korunaklı sistemin korkulu rüyası olurlardı. Eğer gençler doğru yerde yani özgür dağlarda olsalardı, her şeyden önce yaşamın her şeyiyle nasıl sarsılmaz bir inanç ve iradeyle bilenip doğru yaşandığını anlayacaklardı ve göreceklerdi ki, bir zamanlar büyük sandıkları çabalarının ne kadar yetersizmiş. Bu yetersizliği bir an önce neden aşamadıklarına hayıflanacaklardı.
Eğer gençler, küçük yerlerde devrime basit, sıradan ve şekilsellikle yaklaşmayıp, devrimin kalbinin attığı yüksek ve özgür dağlarda yerlerini alsalardı devrimi sözde değil özde yaşayacaklardı. Böylece doğru yerde doğru yaşayıp, doğrusunu yapacaklardı.
Gençler yanlış yapıyor olabilir. Ama hiçbir şey için geç değil. Zararın neresinden dönersen kardır derler ya, gençlerde vakit kaybetmeden yanlışlarından vazgeçip hak etikleri ve kendilerine yaraşanı yapıp özgür dağlara çıkmalıdır. Çünkü gençler en çok dağlara yaraşır, dağlar da en çok gençlere yaraşır…
Mem Amed
- Ayrıntılar