Bundan l5 yıl önce Partinin temelini atan Kemal, Hayri gibi yoldaşlar direniş kararını verdiğinde bir kez daha Partinin büyüklüğünü göstermiştir. Ne teslimiyet, ne düşüş sonuna kadar direniş! Tarihte de, yaşamımızda da büyük adım olmuştur. Yine bu anıya dürüstçe yaklaşmak isteyen bu temelde sonuç çıkarmak isteyenler için her yönüyle bu gerçeğe kendilerini ulaştırmalıdırlar. Aksi halde bu direnişe ve bu şehitlere layık olamaz ve kendilerinden bir şey çıkmaz. Hatta diyebilirim ki bu gerçeklikten sizlerde belli bir uzaklaşma yaşanmaktadır. Her şeyden önce bu anı üzerinde durduğumuzda Parti gerçeği nedir sorusu karşısında kendi gerçeğimizi göz önüne getirmek zorundayız. Şimdi sizin uzaklaştığınız ve onunla oynadığınız Parti gerçeğinin ta kendisidir.
Olmaz! Bu gerçeklikten uzak olmakla Partilileşme olmaz. Her arkadaş kendi üzerinde durup gerçekliğini göz önüne getirdiği taktirde bu direnişlere karşı hesap veremeyeceğini, layık olamayacağını görecektir. Çünkü yüzünüz ak değil, şimdiye kadar sorun yaratmaktan öteye bir şey yapmadınız. Şimdiye kadar ağlamaktan başka ne yaptınız. Bu hepinizin bir ayıbıdır. Şehitlerin karşısında bu halinizle duramazsınız, ayıptır. Şimdi bakıyorum herkes keyfine göre Parti gerçeğiyle oynuyor; savaşta, örgütlenmede, eğitimde her yönüyle oynamayı kendisi için bir sanat haline getirmiştir. Bu sizin ayıbınızdır. Bu ayıbıyla kişi hiç bir yere ulaşamaz. Tabi "çok zayıfız, güçsüz, bundan başka ne yapalım" diyeceksiniz. Bu sizin diliniz ve bunu her zaman söylüyorsunuz. Kabul edilmez! Bu şehitlerin anısı üzerine konuştuğum zaman böyle Partililiği ve sizi kabul edemem. Kaldı ki bu durumda ben kendimi bile kabul edemiyorum, sizi nasıl kabul edeceğim? Bu zayıflıklarla mı, bu sahtekârlıkla mı, bu kandırmayla mı, bu düşüşle mi sizi kabul edeceğim.
Bu günlerde bazı hususlar üzerinde duruyoruz. Yine Parti adına hafif, dar, güçsüz bir yaşama tenezzül etmeyi bir sanat haline getirmişler. Bununla da sınırlı kalmayarak Partiye ve bu büyük direnişlere layık görüyorlar. Güçsüzsünüz, söz sahibi olamazsınız. Bunun içinde en dürüstün elinden ancak ucuz bir ölüm gelir. Fakat bu arkadaşlar kendilerini ucuz ölüme yatırmadılar. 14 Temmuz direnişi ucuz bir ölüm için değildi. Büyük bir ölümdü; hatta ölüm değil büyük bir yaşamdı. Ülkede, savaşta ucuz ölen arkadaşlarımız için "büyük şehitlerdir, güçlüdürler" diyemiyorum. Neden? Çünkü direnmeden gidiyorlar. Eğer 14 Temmuz anısına doğru yaklaşacak olursak; iğne ucu kadar yaşam ve çalışma imkanı bulduklarında bu arkadaşlar sonuna kadar değerlendiriyordu. Şimdi ben size bakıyorum, eğer biraz harekete geçseniz ülkeyi alabilirsiniz. Ama ne yazık ki doğru bir çalışmayı doğru bir adıma dönüştürmeye tenezzül edemiyorsunuz, tabi bu insanı kahrediyor. Parti ruhunu, Parti büyüklüğünü kendinizden uzaklaştırmışsınız. Bu kendinize yapacağınız büyük bir kötülük, kölelik, hatta düşkünlüktür. Kendinizi böyle nasıl kabul edebiliyorsunuz, hayret ediyorum. Bu kadar çalışmama rağmen kendi kendimi bile kabul edemiyorum. Hayır!
Kişi büyümenin yolunu tutmadan kendinden razı olamaz. Bir şey yapamıyorlar, kendilerini bile yapamıyorlar. Buna rağmen kendilerine PKK adına bir usul yaratıyorlar. Bu büyük anıya bağlı kalmak istiyorsak, biraz dürüstlük varsa, değerlerimizi böyle unutmak istemiyorsak, mutlaka kendimizde bir şeyler yaratmak zorundayız. Kendi içimizde bazı esaslara vararak daha doğru, birlikte büyük yürüyebilmeliyiz. PKK'nin saflığı, PKK'nin dürüstlüğü bu yoldaşların gerçeğindedir. Şimdi kendinize bakın ne kadar bu büyüklüklesiniz? Yine doğru yaklaşacak olursak; Partinin adını yükseltmek istediler, Parti amacından uzaklaşmamak için büyük bir vahşet altında, her gün tahammül edilemeyecek işkenceler altında küçük bir yaşam imkanı bularak direndiler. Bu amaç içindi bu direniş. Burada hemen kendinizi karşılaştırın; ülke toprakları üzerinde, dağların başında, silahlı, gruplar halindesiniz, yine de düşmana karşı bir kaç doğru adım atamıyorsunuz. Bu şehitleri, bu direnişleri gözlerinizin önüne getirdiğinizde kişi kendi hakkında ne diyebilir? Bundan uzaklaşma var. Bu uzaklaşmayı kendinize nasıl layık gördünüz ben de şaşıyorum. Bu kadar büyük Parti derslerini verdik, uzun bir zamandır yetişmeniz için hazırlığınız için çok büyük yardımlarda bulunduk. Ancak çıkardığınız sonuç; "düşkün kişiliğimi nasıl yaşatabilirim"dir. En büyük tepkimiz de buna yöneliktir.
PKK şehitleri bunlar değildir. PKK direnişi bu değildir. İçinizden bazıları veya bir çoğunuz, bir çok yönde bir şeyler yaratmak istiyorsunuz. PKK büyüklüğünden uzak bir PKK yaratmak istiyorsunuz. Ben her zaman söylüyorum, bu kişiliğinizle yalan söylüyorsunuz, kendinizi kandırıyorsunuz. PKK mukaddestir, PKK kişilikleri dürüsttür: Mazlum, Kemal, Hayrilere eğer biraz bağlılığınız varsa sahip olduğunuz bu kişilikle yürümeniz mümkün değildir. Bu kişiliği şimdiye kadar Parti içinde nasıl yürüttünüz, buna nasıl cesaret ediyorsunuz. Gerçekten vicdansız mısınız, terbiyesiz misiniz, anlayamıyorum. Neden böyle oldunuz? Çok mu zayıfsınız, çok mu düşkünsünüz, çok mu çaresizsiniz; bunu anlamak istiyorum. Bu doğru değildir, bu zindan direnişi temelinde değildir, bu 14 Temmuz'a bağlılık değildir. Ben bu yoldaşları, bu direnişi sizden ve Parti adına yürütülenlerden koruyorum. Ya bu arkadaşların ruhuna ulaşır, ya 14 Temmuz ruhu yakalanır, ya da bu ruhu sonuna kadar sizden koruyacağız. Kesinlikle söz veriyorum ki bunu koruyacağım. Sizi kabul edemem ve etmediğimi de görüyorsunuz. Parti içinde kimse kalmasa da bu düşkün kişilikleri kendimize yaklaştırmayız, zayıf insanı da kendimize yaklaştırmayacağız. PKK, kahramanlık Partisidir. 14 Temmuz çok büyük bir yüceliktir. Bunu alçaltamayız, ayaklar altına alamayız. Bunu size layık göremeyiz. Layık olmayan şey layık değildir. Ben kendimi de layık göremiyorum. Ancak onların temsilcisiyim, vasiyetlerini takip ediyorum. Bu kişiliklerinizle yürüyemem ki, en ufak bir eksikliğiniz de olsa kabul etmem.
Bugün 14 Temmuz direnişinin yıldönümü vesilesiyle bir şeyler yaparak anmak istiyorsanız, eğer gerçekten dürüstseniz, bir şeyler anlamak istiyorsanız bu arkadaşların sergiledikleri direniş gerçekliğine doğru yaklaşmak zorundasınız; hangi koşullarda neye karşı, neyle, nasıl yürüttüler bunları aklınıza getireceksiniz, kendi gerçeğinizle kıyaslayacaksınız. "Ben ne kadar bağlıyım, ne kadar onunlayım" hesabını dürüst ve doğru vermezseniz siz gerçekten sahtekârsınız. Sahtekârlığı adeta kendilerine meslek edinmişler. Bunları herkes için söylüyorum. Bazı arkadaşlar bizi çok incitti. Yani bilemiyorum, insan büyümeden neden bu kadar kaçıyor şaşırıyorum. O arkadaşlara onca büyük imkân sunduk, hiç önem bile vermediler. Vicdanınız neden bu kadar kara, gerçekten insan bir sonuç çıkaramıyor. Size kim "böyle yaşayın" dedi? Bu yaşam üslubu kimindir, bu savaş tarzı kimindir? Mazlum, Kemal, Hayrilerin mi, Agitlerin mi? Hayır! O halde kimindir? Bunun cevabını vereceksiniz. Aksi halde sizi kabul edemeyiz. Her gün bunun üzerinde duruyorum. Özgürlük istiyorsunuz, şerefli bir yaşam istiyorsunuz; işte yolu da budur. Neden bu yolun üstünde yürüyemiyorsunuz? Kötülüğün rüzgarına kapılıyorsunuz. İşte gördünüz ne kadar kaçıyorlar. Tabii çok nedenleri vardır. Büyük imkânlar önündedir, üzerinde durmaya tenezzül etmiyorlar. Bunun için gerçekten bu tarihi anının adımın üzerinde durmak istiyorsanız acaba dürüst müdürler, değil midirler diyorum. Yani bir anının üzerinde durmak insana sonuna kadar yeter. Uzun bir süredir "PKK adına her yönüyle hareket edebiliriz" diyorlar. Olmaz! PKK esastır. Eğer PKK gerçeği tutturulmazsa Kürdistan’da yaşam yürümez, hiç bir şey yürümez
Neydi bu direniş? Zindanda ihanet büyük olunca şahinler tamamen düşürmek istediler; "PKK adına kimse kalmamalı", hatta "hepsi PKK'ye karşı çıksın", tabi ki "PKK'de vatanı inkar etsin, halkı inkar etsin". Bunun karşısında arkadaşlarda "biz canımızı vereceğiz, bu kararı vereceğiz" dediler. 14 Temmuz kararı; Partinin adının ortadan kalkmaması için halk ve Kürdistan adının, insanlık adının ortadan kalkmaması içindi. İşte bu Partinin kararıdır: İhanete karşıydı, büyük zulme karşıydı, düşkün yaşama karşıydı. Hemen hemen hepsi sizin gibi zayıftılar, imha olmayla karşı karşıyaydılar. O zaman bu kahraman arkadaşlar "gün direnme günüdür" diyerek zayıflıkların önünü aldılar. Şimdide düşman çok şiddetlice üstümüze geliyor. Şimdi de Kürdistan'da ihanet büyüktür, ihanet çok büyümüştür. Direniş de büyümüştür. Aynı zamanda içimizde düşkünlükte var, teslim olma var. Ülkenin dört bir yanında ne kadar direniş varsa o kadar teslimiyet yine düşkün bir yaşam var. Eğer 14 Temmuz'a bağlıyız diyorsanız bu günde de kahramanca bazı adımlar isteniyor. Zindandaki gibi değil; savaşın her yönünde, çalışmanın her yönünde 14 Temmuz ruhuna bağlı adımlar atılması gerekiyor. Kendi ruhunuzda adım atın, öyle olmazsanız sahtekârsınız. Büyük değerlerle ucuz yaşamınızı sürdürmek istiyorsunuz, tabi ki bizimde bunu kabul etmemiz mümkün değildir. Diğer bir husus da şudur: Önderliği tanımıyorsunuz. Çok düşkünsünüz, kirli insanlarsınız, her zaman bizi kendi seviyenize düşürmek istiyorsunuz. Tabi ki bu da mümkün değil. Ben sizden bir şey rica ediyorum; biraz büyümeyi tanıyın, kendinizi yetiştiremeseniz de onunla oynamayın, ihanet etmeyin, koruyun. Eğer bu da elinizden gelmezse çıkın gidin. Ben kendim bile bu kişiliğimi her gün ellerimin altında eritiyorum. Fakat size bakıyorum kendinizi paşa gibi yapmışsınız. PKK dışında her şey sizde var, düşkünlük var, zayıflık var, düşünce dağılmış, ruh dağılmış, büyük bir kararı yok. Kendisiyle büyük bir şey yapamaz, böyle şerefli bir yaşam tutamaz, yarı ölü gibidir. Her zaman kendisini sorun yapıyor; "ben kapalıyım, yüzeyselim, bilmem ben neyim." Budur işte bundan başka bir şey değil, en iyisi de ucuz bir ölüm. Büyük bir başarı diyen, büyük bir adım diyen, "bende PKK'nin büyük şehitlerinden eksik yapmam, sonuna kadar düşüncem ve yaşamım budur" diyen böylesi yoldaşlar içinizde yetişiyor mu? Kendinize ve etrafınıza bakın, kim böyle yapıyor?
Sizin üzerinize fazla geliyorum diye değil, siz kendi kendinizi dar bir duruma sokmuşsunuz. Bu Parti imkânlarıyla kendinizi büyütebilirdiniz, hepiniz yapabilirdiniz. Size çok zaman da vermiştik. Kendinizi büyültebileceğiniz ortamı da önünüze vermiştik. Siz anlamadınız, sürekli "ucuz bir yaşam" dediniz. Hep keyfiyete tenezzül ettiniz. Bu da tabi ki düşmanın isteğiydi. Düşmanın isteği kişinin işte böyle ucuz bir kişilikle yaşamasıdır. Budur yani bu da tanımadığınız bir şey değildir. Eskiden beri bu kişilik bizim için sefaletti, içinde hayırlı olan bir şey yok. Bu direniş buna karşıdır. Sadece düşmanın zulmü değil, binlerce arkadaş hemen hemen düşüyordu, "ben teslim olayım mı, olmayayım mı?" bu haldeydi arkadaşlar. İşte 14 Temmuz direnişi çoğunlukla buna karşıydı. Ben şimdi bakıyorum hiç bir arkadaş bundan kendisine bir sonuç çıkarmıyor. Çoğunuzda bu haldesiniz, bura zindan değil. Burası dağ başıdır, elinizde silah var, burada doğru dürüst yürütemiyorsunuz, bu teslimiyetten de daha kötüdür. İşte ben diyorum siz bu anılarla sözleşmek, kararlaşmak istiyorsanız kendinizi böyle bırakamazsınız. Herkes söz sahibi olamaz, sizin gibi insanlar kendilerini yenilememişler. Söz sahibi, karar sahibi olmaktan uzaktır. "Partinin bazı imkanlarıyla sonunda düşmanın yanına kadar giderim", bu PKK değildir. Ben bunu anlamanızı istiyorum. Bu PKK gerçekliği değildir. Bu dönemde bu en büyük kötülüktür, hatta düşmandan daha çok bize karşı bir direniştir. Bu düşmana karşı değil, PKK büyüklüğüne karşı direnmedir.
Belki size acayip gelebilir, ama bu yaşamınız düşmanın hamleleri gibi sizi PKK'ye ve 14 Temmuz'a karşı direnişe kaldırıyor. Düşmanın baskısı, düşmanın zoru ülkenin her yanında, savaş sahalarında sizi yumuşattı, şaşırttı, sonuç itibarıyla hepiniz PKK içinde direniş halindesiniz. Tabi bu direniş 14 Temmuz direnişi değildir. Agit yoldaşların ki değildir. Bu direniş PKK'ye karşı olan direniştir. Tuhaf bir şey PKK içinde çoğunuz birçok yanınızla PKK karşısında engel teşkil ediyorsunuz. Engelden de öteye daha çok direniyorsunuz. "Biz Partileşemeyiz, Parti taktiklerine ulaşamayız, Parti hattına ulaşamayız", gece gündüz bunları söylüyorsunuz. "Yakamızı bırak, biraz kendimizi yaşamak istiyoruz, küçük yaşamak istiyoruz", gece gündüz bunu söylüyorsunuz. Bu da dürüst değil, bu kabul edilemez. Neden? Ne hakkınız var?
Şimdi siz hepiniz benden PKK Partisini, bu büyük şehitler Partisini küçük burjuva Partisi yapmamı istiyorsunuz. %90 küçük burjuva bir Parti istiyorsunuz. Bu halinizle PKK Partisi olabilir misiniz? Kendinizi Mazlum, Hayri, Kemal'in çizgisine ulaştırabilir misiniz? Birçoğunuzun kişilikleri ortadadır. Doğru hesap verilmelidir. Biz ne kadar o büyük şehitlerin Partisiyleyiz. Bu değerler tümden unutulmuş, çoğunlukla da ülkedekilerde savaşta yer alanlarda bu tümden unutulmuş.
Kim komutandır, kim keyfi yaşamın sahibidir, kim kendini yaşıyor, kim tümden Parti esasları dışı, hatta savaş esasları dışı, kim kurnazdır, kim oyunlar çeviriyor; bunlar üzerinde duruyorlar. "Düşmanı derinden vuralım, düşmanı büyük vuralım, büyük yoldaşlıklar yaratalım" bunları tümden unutmuşlar. Bu nedir? Kim sizi alıştırdı? Öğretmenlerinizin hepsi şeytandır, büyük şehitler değil. Büyük şehitlerden uzak, hatta düşmanın kendisidir. Düşmanın zoru sizi halden düşürmüş, sizi iflas ettirmiş. Neden sizden büyük yoldaşlar çıkmıyor, neden? Bunca yıldır zindanda değilsiniz, özgürsünüz, Partinin bütün kitapları elinizin altında, neden büyüyemiyorsunuz. Kendinize bu hesabı soracaksınız, sormazsanız kimse size "şereflisiniz" diyemez. Sonuna kadar namuslu olamazsınız. Başaramayan, çalışmasını doğru dürüst yapamayan tabi ki namussuzdur, düşkündür. Düşkün insanda beş para etmez. Düşkün insanın bir değeri olur mu? Bir savunma yönteminiz var, o da "ben ağlarım". Ağlayanlarda namussuzdur yani. Ağlamak kahramanlık mıdır? 14 Temmuz ağlama mıdır, direnme midir? 14 Temmuz başarı mıdır, düşüş müdür? 14 Temmuz kahramanlık mı, korkaklık mıdır? Bunların hepsini göz önüne getirmek zorundasınız.
Siz söz sahibi olamıyorsunuz çoğunlukla buna üzülüyorum. Siz kimin arkadaşısınız. Gerçekten Mazlum, Kemal, Hayrilerin arkadaşları mısınız? Onlara mı yakınsınız, yoksa Şahin'e mi? Şahin rahatlıkla teslim olmadı, hatta Şahin içimizdeyken çok çalışıyordu. Sizden on kat daha fazla çalışıyordu, ben tanıyorum. İçinde bulunduğunuz zor ortamda olsaydı belki sizden daha çok savaşırdı da. Burada yine bir şey insanın aklına geliyor. Böyle büyük ihanet etmiş bir insan dahi yerinizde olsaydı, belki sizden daha iyi olabilirdi. Eğer siz onun yerinde olsaydınız, belki daha kötü olabilirdiniz. Yani yeriniz Mazlum, Kemal, Hayri'nin yanı değil, konumunuz Şahinlerden daha kötüdür. Neden? Bu yaşam Parti içinde büyük bir çalışmanın kaynağı olamaz, bu budur. Bundan başka şeyleri kendinize kabul ettiremiyorsunuz. Parti içinde yeni bir adet ortaya çıkmış; hiç çalışma Parti imkanları üzerinde otur ve yaşat kendini!? Yahu sen kendini nasıl yaşatırsın? Eğitimini yapmıyorsun, düşmanın üstünde hiç durmuyorsun, bazı taktikler, örgütlenmeler üzerinde durmuyorsun. Ondan sonra da etrafını yık, boz, zafersiz kendini yaşat, çalışmadan kendini yaşat; bu sahtekârlıktır, böyle olmaz. Suçu arkadaşının üstüne at, etrafını suçla, kendini de temiz çıkart; bu sahtekârlıktır. Binlercesi bu şekilde kendi bireysellikleri için ya da düşkünlükleri için imkan yaratma peşindedirler.
Daha derin açmak istemiyorum, anlayabildiğinize inanıyorum. Eğer bu durumu değiştirmezseniz; savaş içerisinde, halk içerisinde komutanlıkta, savaşçılıkta bu halinizi değiştiremezsiniz, değil düşmana karşı, bize karşı; değil 14 Temmuz'la, 14 Temmuz'a karşı bir direniyorsunuz demektir. Burada yanlış yapmayın. Bu arkadaşlar bu direnişte 60 gün aç susuz, bir deri bir kemik kaldılar, bununla neyi ispatlamak istiyorlardı? "Bu düşkün yaşamı, eriyip elimizden giden yaşamı kabul etmiyoruz. Biz ölümü kabul ediyoruz. Yavaş yavaş vücudumuzun, kemiklerimizin erimesini kabul ediyoruz ama düşmanın istediği yaşamı kabul etmiyoruz. Biz PKK'yi bırakmayacağız",işte budur 14 Temmuz başka bir şey değildir. Kendinize bakın; "düşman yok biz güçlüyüz" diyerek kendi kendinizi eritiyorsunuz. Mesela savaştaki arkadaşlar bilirler; "Parti esasları kalmadı, gerilla adına ideoloji, siyaset kalmadı, yoldaşlık kalmadı" diyorlar. Yine köylü kurnazlığı, kimileri arkadaşlarını şehit ediyor, kimilerin arkadaşları elden gidiyor üzerinde durmuyor, onlarca şahadet oluyor kendisini sorumlu görmüyor. Şehitlerin anısına bir şey yapmıyor. Her gün haberleri alıyorsunuz, "anılarına ne yapayım, ben nasıl bir sorumluluk altındayım", demiyor. Bu komutanlık değildir, savaşçılık değildir, bu hıyanettir. Bundan biraz korkun, eğer sözünüz varsa, Partiyle olmayı istiyorsanız dürüst olun. Bunun derinliğini, anlamını kavrayın.
En büyük korkum bu Partiden var olan uzaklaşmadır. Yani şimdi bakıyorum bu kişilikler Partiyi istila etmiş, Parti diye bir şey bırakmamış. Bunlar gözünüzün önünde yaşanırken, kendinizden bile haberiniz olmuyor. Bu durumda Kürdistan için bir şey elimizde kalmıyor. İhanet kalıyor işte Kürtlük adına. Görüyorsunuz ihanet ne kadar yaşıyor.
Mühim olan eğer gerçekten bu anıya bağlı kalarak 14 Temmuz'un 15. yılında bir sonuca ulaşmak istiyorsanız, üzerinde durduğum bu noktaları kendinize esas alarak üzerinde durun, kendinizle kıyaslayın, böylece kendinizi doğrulara ulaştırabilirsiniz. Parti meselesi tek benim meselem değil, bu yoldaşlar neden şehit oldu. Elimizde bir şeyler kalması, bir şerefin kalması için şahadete ulaştılar, yoksa kendileri için değil. Kendileri için olsaydı böyle direnmezlerdi. Bir halk için, bir tarih için, bir insan için bunları yaptılar. Eğer sizlerde söz sahibi iseniz, sizlerde bunlara devam edebilirsiniz. Sözün sahibi olmak devam etmektir, hangi durumda olursan ol. Her gün vahşet altındaydılar, en büyük darlık içerisindeydiler. Buna rağmen bu kadar direndiler. Sizin durumunuz ise iyidir, niye büyük direnemeyeceksiniz. Kimse "imkânım yoktur" demesin bunların hepsi yalandır. En büyük vahşet, en büyük imkansızlık Diyarbakır zindanındaydı. Hatta tarihte bile öyle vahşet yoktur. Ama bunlar direndiler.
Kahramanlığı kendinize layık görün. Her şeyle oynayın ama bu büyük, mukaddes değerlerlerle oynamayın. Sizden fazla bir şey istemiyoruz. Büyümeniz üzerinde durun. Hatta düşmanla baş edemiyorsan kendinle başet. "Kendimi yapacağım" de, "doğru Partileşeceğiz", "Partileşmeden uzaklaşmayacağım" deyin. Ben bunları niçin ısrarla söylüyorum. Siz dün Parti içinde yaşamınızla bu değerleri mahvettiniz. Siz Parti esaslarını, Parti yoldaşlığını, hepsini boşalttınız. Niçin böyle yaptınız? Parti içinde karşınızdaki düşman zindandaki düşmandan daha mı büyüktü? Hayır! Hiç düşman yoktu, siz kendi kendinize böyle yaptınız. Şimdi de sizi kabul etmemi istiyorsunuz. Bu büyük şehitler sizi afetsin, kabul etsin, hayır! Parti yaşamıyla, Önderlik yaşamıyla oynayanlar af edilemezler, kabul edilemezler. Kendinizi kandırıyorsunuz. "Biz çaresiz kaldık, zayıfız, bazı hususlarımız düşmandan kalmış, eski toplumdan kalmadır" demeyin. Bütün bunlar yalandır. Bu arkadaşlar için de aynı şeyler geçerliydi. Ama hayır! Siz de olan daha başka bir şeydir. Parti üzerindeki oyun, Partiyi küçük burjuva partisi yapmaktır.Bundan başka bir şey değildir. Tabii bu da Partiyle savaş yürütmektir. Parti içinde Partiye karşı savaştır, başka türlü izah edilemez. Bunun için tekrarlıyorum şehitlerin anılarına bağlı kalmak istiyorsanız, söz sahibiyseniz, çizdiğimiz bu çerçeve temelinde üzerinde bir kez daha durun. Siz fazla yorulmamışsınız. Size bazı imkanlar vermişiz. Her şeyden önce bu büyük şehitlerin yolunda, bu büyük direnişin yolunda kendinizi kararlaştırın. Ama dürüstlükle, onların gerçeği temelinde kararlaştırın. Size dile getirdiğimiz bu hususları büyük bir istekle, büyük bir iradeyle kendinize esas alın. Gerçekten PKK militanlığının gerçekliği sizde yürütülsün. Siz böyle yaparsanız, Mazlum, Kemal, Hayrilerin arkadaşısınız, büyüyeceksiniz de, büyük adımlar atacaksınız. "Etrafımız bizi şaşırtıyor, etrafımız bizi yoldan çıkarıyor" demeyin. Hayır! Düşmanda bu arkadaşları yoldan çıkarmak istiyordu. Oyun büyüktü ama başaramadılar. Ama burada düşman da yok, siz kendi kendinizi yoldan çıkarıyorsunuz.
Bazı şeyleri anladığınıza inanıyorum. Yine Önderlik her şeyden önce şehitlerin temsilcisidir. Kimse bunu unutmasın ve bizden de bir şey istemesin. Kesinlikle kabul etmiyorum. Benim istediğim, yaptıklarım şehitlerin isteğidir, diğer şeylerin benim için fazla kıymeti yoktur.
Onların amacı, onların vasiyeti onların yaşamı üzerinde ben söz sahibiyim. Yaptıkları vasiyet temelinde sözüm var, yürütüyorum da. Bu noktayı anlayacaksınız. Anladınız mı bizimle yürürsünüz. Keyfiyetinizle üstümüze yetersizliklerinizi atmayacaksınız, zayıflıklarınızla bize yaklaşmayacaksınız. Çaresizliğinizle, yanlışlıklarınızla, düşkünlüklerinizle bize yaklaşmayacaksınız. Bu şehitlere yanaşmayacaksınız. Ben her zaman şehitlere söz verdim. Haki yoldaşa söz verdim, Partiyi ilan ettik. Mazlum, Kemal, Hayri yoldaşlara söz verdim, ülkeye büyük dönüşü gerçekleştirdik. İşte Mehmet Karasungur yoldaşa söz verdim, Güney Kürdistan'ı devrime ulaştırdık. Kimse inanmıyordu ama biz yaptık. Agit yoldaşlara söz verdik, Kürdistan'ın tamamına gerillayı donattık. Bütün bunlar şehitlere verdiğimiz sözlerdir. Zilan yoldaşa söz verdik, kadın özgürlüğünü yükselttik, büyüttük. Bunların hepsi sözdür ve yürümüştür de. Kendinizde de saygı ve takdiri görüyorsanız kendinizi söz sahibi yapın. Bundan başka sizin için hiç bir şeyin değeri yoktur. Yeme içme hepsi zafer içindir. Konuşma, yürütme hepsi Partinin büyümesi içindir. Bizde keyfiyet falan yok, bizde her şey insanın büyümesi temelindedir. Her şey büyük direniş içindir. Bunun için Parti içinde başka bahanelere üzerimizde yürütmeyin ve yanaşmayın. Bunu ısrarla söylüyorum, sonra kötü düşersiniz.
Önderlik babanız değil, akrabanız değil, Önderlik Allahınız değil, reis ve muhtarınız değildir. Önderlik; her şeyden önce şehitlerin vasiyetidir, her şeyden önce direniştir, her şeyden önce Partidir, savaş çizgisidir. Eğer önderliği böyle tanımak istiyorsanız beraber yürürsünüz. Böyle tanımazsanız yaklaşmayın. Yaklaşırsanız ajansınız: Sömürgeciliğin ajanısınız, düşmüş toplumun ajanısınız, kötülüğün ajanısınız, müflis kişiliğin ajanısınız. Tabi bu da böyle yürümez, kabul edilmez. Biz zayıf insan için yoğuz, basit, hafif şeylerle olan insanlar için yoğuz. Biz onların düşmanıyız. Biz onların yok olmaları anlamına geliyoruz. Biz kalkmak isteyen bir insanla kendisini çare yapmak isteyen, kendisini direniş yapmak isteyen düşmana karşı kendini büyük silahlandırmak isteyenleriz. Bundan başka bir şey değiliz. Budur benim sözüm, büyük şehitlerimiz için, Parti içindeki böyle büyük kararlara şimdiye kadar yürümüştür ve yürüyecektir de. Eğer akıllıysanız, dürüstseniz sizde söz sahibi olmak istiyorsanız bu çerçeve temelinde bir kez daha en büyük kararı kendi kişiliğinde verin, kendinize karşı kendiniz için verin. Ben sizden istemiyorum, hayır şehitler sizden istiyor. Bu büyük direnişler sizden istiyor, bu temelde vereceksiniz. Eğer bu temelde verdiyseniz dürüstsünüz, kimse sizi durduramaz. Siz geride kalmazsınız, zayıfta kalmazsınız. Bu arkadaşlar zayıf kaldı mı, geride kaldılar mı, çok dar durumlarda büyüklüklerinden taviz verdiler mi? Hayır!
Bu büyük direnişten sonuçlar çıkarmak lazım. Hangi sahada altta-üstte hangi şekilde olursa olsun bu Partiden uzaklaşmayı ortadan kaldırmalıyız. 14 Temmuz kararına ulaşana dek bu uzaklaşmaya karşı durup kaldırmalıyız. Bu büyük şehitler, kendilerini tamamen büyük bir direniş yaptılar, sonuna kadar yürüdüler. Çalışmanız böyle olup sonuca ulaşırsa 14 Temmuz sahibisiniz. 14 Temmuz sahipleri her zaman büyüktürler. Bununla böyle yürüyenler bunun savaşını her yanda yürütenler; sabırla, bilinçle, çalışmayla savaş yürütenler her zaman zafer kazanırlar, başarılıdırlar.
Reber APO
14 Temmuz 1997
- Ayrıntılar
Son bir buçuk aydır; sırat köprüsünde ilerlemeye çalışan “demokratik siyaset ve özgür yaşamı inşa” süreci, gün aşırı artan şiddet sarmalına sürüklenmektedir.
Bir haftadan bu yana yapılan tartışmalar; hem hükümet cephesinden gelen açıklamalar, hem de akillerin çalışma raporlarının ardından yaşanan yeni polemikler, sürecin aslında ne kadar kırılgan ve ciddiyetsiz yaklaşımı kabul edemeyeceğini herkese ayan beyan göstermiş oldu.
Yine bunun yanında HPG’lilerin eylem bilançolarını ortalığa döken (!), çeşitli merkezler de yarayı daha çok kaşımaya, çözümsüzlüğü daha da keskin bir şekilde dillendirmeye çalışmaktadır.
Tüm bunların yanında askeri hareketliliğin artması, keşif/pusu atma vs benzeri faaliyetlerin devam etmesi, bunların devam edeceğine dair ilk ağızdan açıklamaların yapılmış olması gerçekten de durumun önemini ve hayatiyetini ortaya koymaktadır.
Geçtiğimiz günlerde İmralı’ya giden heyetin yaptığı açıklama da; Kürt Halk Önderliğinin “çözümü isteyenler de var, istemeyenler de” belirlemesi, işte ifade etmeye çalıştığımız bu noktalara dikkat çeken önemli bir vurgu olmaktadır.
Çözümü istemeyenlerin neden istemediğini anlamaya çalışmak, o konu üzerinde kafa yormak ayrı bir tartışmadır. Bizim üzerinde durmamızı gerektiren temel mesele; çözümü isteyenlerin ne yapması gerektiğidir!
Sürece bu şekilde yaklaştığımızda ve ne yapmak gerekiyor sorusuna cevap aramaya çalıştığımızda elbette toplumun/toplumsal dinamiklerin neler yaptığına, neleri yapması gerektiğine bakmak zorunda kalırız.
Gençliğin toplumsal sorunlardaki önemi ve dinamizmi çok iyi biliniyor. Toplumsal dinamiklerin bel kemiğini oluşturan gençliğin bu dönemde ne yapması gerektiği, neden kaçınması gerektiği de bu tartışmanın kapsamına giriyor.
Bu anlamıyla geçtiğimiz günlerde Cizre’de gençlerin gerçekleştirdiği; “diploma törenleri”, “kontrol noktaları” belki birçok yönüyle anlaşılırdır. Ne de olsa yıllarca özgürlük alanlarının kısıtlandığı, her türlü baskıya maruz kalındığı ve öz savunma gücünün yoksunluğu temelinde devleti temsil eden ceberutların bütün zulümlerini gerçekleştirdikleri mekanlara-sembollere duyulan öfkenin yanında, kendi olma’nın getirdiği bir özgüvenle gençlerin ortaya koyduğu bu görüntülerin anlaşılır olması, onların kabul edilir olduğu anlamına gelmez…
Özellikle Kürt Halk Önderliği tarafından başlatılan ve son dönemlerde her türlü saldırılarla boşa çıkarılmak istenen böylesi önemli bir süreçte, gençlerin böyle provokasyonlara açık/süreci zorlayabilecek eylemlerden uzak durması gereklidir.
Gün aşırı çözümsüzlüğü bu kadar güçlü bir şekilde geliştiren, AKP’nin ve Erdoğan’ın da bu kesimlerin çanaklarına yağ tutacak yaklaşımları ve söylemlerinin olduğu bu dönemde; siyasi bilincini ve politik öngörüsünü daha zengin ve doğru bir şekilde gençlerin kullanması gerekiyor. Yoksa iyi niyetle yapılan bu tür eylemler, ilerletilmeye çalışılan bu süreci daha zora sokabilir, hatta tıkanmasına da neden olabilir.
Peki, böyle olduğu için gençliğin enerjisini kullanmasına/siyasi yaklaşımını ve taleplerini bu süreçte en açık bir şekilde ifade etmesine müsaade edilmeyecek mi? Elbette kast etmeye çalıştığımız husus kesinlikle bu değildir. Maneviyatını ve tüm mücadele coşkusunu; gençliğin ruhundan alan bir hareketin böyle bir iz’anda bulunması ne mümkündür, ne de düşünülebilecek bir şeydir!
Bu dönemde gençliğin yapabileceği en büyük eylemsellik; hiç kuşkusuz süreci sabote etme girişimlerine daha duyarlı olan-halkın mücadelesini koruyan ve yükselten bir tutum içinde olmalıdır…
Lice’de halka yönelik gerçekleşen saldırılarda ve daha farklı alanlarda halkın meşru taleplerine-demokratik istemlerine karşın, gelişebilecek her türlü saldırı karşısında Kürt gençliğinin başta her türlü örgütlü yapısı olmak üzere, bütün kesimlerince daha duyarlı olması ve halkı koruması gerekmektedir. Ancak bu şekilde sürecin ilerleyişini zorlamayan ve halkın kendisini koruyan bir öz savunma anlayışı ortaya çıkabilir…
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
“Sen öyle bir ülkede ve öyle bir halk için savaşıyorsun ki, her şey acımasız bir terörle elinden alınmıştır. İnsan olma hakkını bile elinden almışlardır. Bu bağlamda senin vatan ve özgürlüğe ekmek-su kadar ihtiyacın vardır. Senin şeref ve onura ihtiyacın vardır. Tüm bunlar senin için düşman tarafından yok edilmiştir. Sen bunları kazanmak için özgürleşme mücadelesine adım attın. Ve sen bu nedenle o kadar öfkelisin ki, bunları ele geçirmek için özgürlük silahına sarılıyorsun. Eğer bu konuda bir yanılgın yoksa ve kararın kesinse vuruş tarzın belirlenmiştir. Değil kararsızlık, ikirciklik, eylemi planlamamak; bunlar kesinlikle söz konusu olamaz. Böylesi bir dava insanı müthiş vurucudur.”
Gençlik söz konusu olacaksa böyle olmalıdır. Engel tanımayan diye bir kavram vardır. Adeta su misali hiçbir şeye takılmadan yolunu izlemek gibi. Amaçtan kopmadan yürümek gibi. Hiçbir bariyeri tanımamak gibi. Sel gibi akmak gibi. Rüzgarların sırtına binerek uçmak gibi. Yelkenlerine rüzgarları alıp “ileri” der gibi. Rosinante’nin sırtına binerek tüm İspanya’yı dolaşmak gibi. Che gibi “Sloganlarımız, kulaktan kulağa yayılacaksa, silahlarımızı kavramak için başka eller uzanacaksa, başka insanlar mitralyöz sesleri ve yeni savaş naraları arasında cenazelerimize ağıt yakacaksa, ölüm hoş geldi, sefa geldi” demek gibi…
Başkan Apo: “Özgürlüğe yürüyen bir gençliği tutmak zordur” demektedir.
Nedeni açıktır. Emperyalist ve sömürgeciler için “Gençlik sistemlerin başına en başta bela olan kesimdir. Tarih boyunca bu çok iyi bilindiği için, eğitim adı altında gençlik kurban edilmekten tutalım, akla hayale gelmez uygulamalara tabi tutulmuştur. Hiyerarşik toplumun yükselişinde kadından sonra gençliğin bu duruma düşürülmesi belirleyici rol oynar. Gençliği kontrole alan düzenin kendini en güçlü hisseden düzen sayması boşuna değildir. Daha sonraki devletçi toplum sistemlerinin tümü gençliğe benzer bir uygulamayı dayatacaklarıdır. Zihni böyle yıkanan gençlik her işe koşturulabilir. Savaş dahil en zor işi meslek edinebilir. En önde tüm zor işlere sürülür. Özcesi yaşlıların zaaf ve gücünden kaynaklanan gençliği bağımlılaştırma ve güdümleme ilişkisi hızından ve yoğunluğundan hiç kaybetmeden hakim sistemlerin en güçlü sürdürücüleri kılınmışlardır.
Tekrar vurgulamalıyım: Gençlik fiziki bir olay değil toplumsal bir olaydır. Tıpkı kadınlığın fiziksel değil toplumsal bir olgu olması gibi. Bu iki olay üzerindeki çarpıtmaları kaynağına inerek açığa çıkartmak sosyal bilimin en temel görevidir.”
Dağlar bu sosyal bilim çarpıtmasının en derinden yeniden düzeltme stargahları, yani mekanlarıdır. Çünkü buralarda yapılan ilk ve temel iş yanlışları düzeltmektir. Yanlışa geçit vermeyerek doğruyu her şart altında yakalamaktır. Bunu yaparken de bireyin kendisiyle uyumlu olan ne varsa hepsini açığa çıkararak bireyi kendisiyle barışık hale getirmektir.
Evet, gençlik “Özgürlüğe yürüyen bir gençliği tutmak zordur” sözü tamda yerinde söylenmiş bir sözdür. Özgürlüğe yürürken kimse tarafında tutulamaz hale gelmek için öncelikli olarak tutulamayacak yerlere çıkmak gerekir. Öyle ki cehennem zebanileri gibi kendisini örgütlemiş olan kapitalist ve sömürgeci güçlerin pençesine takılmamak için onların yetişemeyecekleri yerlere yelken açmak gerekir.
İşte bu yerler öncelikli olarak kesinlikle dağların doruklarıdır. Dağların dorukları yıllardır özgürlük ruhunun ve heyecanının doruklarda yaşandığı mekanlardır. Özgürce haykırmak isteyenlerin gelecekleri biricik yer buralarıdır.
Bazı gençler diyecek ki biz duygularımızda hiçbir sömürgeciliğin ve kapitalist kirliliğin ulaşamayacağı arılığı yakalayabiliriz. Belki birkaç bin ya da bir kaç yüz binden bir genç duygularının arılığına güvenerek ayakta kalabilir. Böyle yapanlara ya da bunu başaranlara şimdiden başarılar diliyoruz. Ancak yaşam tecrübemiz bize göstermiştir ki gençliği tutsak alma girişimlerinden kendisini kurtaran genç ve gençlik neredeyse yok gibidir. Ve yine tecrübelerimize dayanarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki: Özgürlük dağları özgürlüğün tadılacak biricik yerlerdir. Buralarda birey yeter ki kendisini yeniden inşa etmeyi, yeniden yaratmayı esas alsın, gerisi sadece ve sadece ayrıntıdır. Gerisi sadece ve sadece teferruattır.
Evet, özgürlük ve özgürlük haykırışları için, çok seçenekli ve çok tercihli yaşam alanlarına tüm Türkiye ve Kürdistanlı halklarının gençlerini en derin ve samimi gerilla içtenliğimizle davet ediyoruz.
Yazımızı kapatırken yeniden:
“Özgürlüğe yürüyen bir gençliği tutmak zordur.” Hatta böyle bir gençliği tutmak imkansızdır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Tarihsel-toplum gerçekliklerinin ışığında gençlik olgusunun ele alınması durumunda, anlaşılacaktır ki; devletçi hegemonyanın tanımlarının aksine, toplumların gerçek anlamda bir boy aynası olduğu rahatlıkla belirtilebilinir. Yani öz emeğin tam karşılığıdır. Ananın bitmek bilmez ilgi ve eğitiminin üretime dönüşüm mekanizmasıdır. Çaba emeğe dönüştüğü oranda üretimde de dişe dokunur, gözle görülür sonuçların elde edileceği kuşkusuzdur.
Değerlerin al-aşağı edilmesi elbette ki bu diyalektiğin çürümesini ortaya çıkarmıştır. Ne de olsa gücü, çevikliği, değiştirme-dönüştürme karakteri ve kavrayış yeteneği yüksek olan bir olgu mevzubahistir. Dolayısıyla iktidarcılığın amansız bir avı olarak hedeflemiş bir yapıdır. Bu temelde biyolojik-psikolojik, ideolojik-politik her türlü saldırı bombardımanına tabi tutulmaktan kurtulamamıştır. Bu biçimiyle bir devşirme ordusu yaratılarak, toplumun elinde ki en temel silah, topluma karşı acımasızca hatta büyük bir zevkle kullanılmaktadır. Önder APO bu çarkı şu şekilde izah etmektedir: “Topluma karşı toplum oluşturmak; doğal topluma karşı, iktidar ve devletin toplumunu oluşturmak. Bu oluşumda öz toplumdan soyutlanmış çocuklara ve gençlere bambaşka bir dil, kültür, tarih öğretilir. Özüne yabancılaştırma temel hedeftir. İktidarsız yaşamaları imkânsızlaştırılır. Hem ideolojik hem de maddi olarak kendilerine en devletçi kimlik kazandırılır.” Bunu yaparlarken toplumun öz eğitimi görmezden gelinir, hatta eğitim adı altında meşru bir kılıfa da büründürerek tamamen toplumsal değerlerden soyutlama hedef seçilir. Amaç kesinlikle topluma karşı eğitim görevini icra etmek değildir.
Bu ‘eğitim’ olayının bir diğer kazanımı devlet açısından; varlığına gelebilecek herhangi bir karşı saldırı olasılığını ta en başından itibaren savmaktır. Yoksa tarihsel olarak, gençliğin sistemlerin başına gelen en büyük bela olduğu su götürmez bir gerçekliktir. Bu özellik ana-kadının genlerinde mevcut olan bir özelliktir. Doğal olarak ana-kadının çocukları da bu özellikten nasibini almıştır.
Devlet organizasyonunun anacıl sisteme karşı kullandığı ilk büyük silah olarak gençlik; ihanet kapanında can çekişmekle beraber, kendi elleriyle zalimin teslim almasında başat rol oynadığı tüm toplumsal öz değerlerin sahiplerine tesliminde de böyle bir rol oynamak zorundadır. Bunu bilince çıkarmak için yakın tarihimize kadar dünyanın birçok mekanında ve içinde bulunduğumuz sıcak zaman diliminde ise Kürdistan'da çok ciddi bir diriliş ve öze dönüş hareketliliği paha biçilmez bir boyuta ermiştir. Bu durum halen özde bir kıvılcım, bir atom kütlesi hatta bir parçacık kadar da olsa bir ‘varlığın’ olduğunu göstermektedir demek yanlış olmaz. Hiçbir şey yoktan var olamayacağına göre, 1968 gençlik direnişi, PKK Hareketi ve bu gerçekliklerin birer varyantı olarak, Ortadoğu halk ayaklanmalarında ve en son Gezi Parkı gibi direnişlerde ki gençlik öncülüğü ‘varlığın’ en minimal düzeyden, yer yer optimal, yer yer ise en maksimal düzeye ulaşmasıyla ırkına yaraşır hamlelere tanıklık ediyor olmamız, yine bu özün varlığını ispatlamaktadır.
Bu bağlamda kapitalist modernitenin oyunlarını değerlendirmek ön açıcı olacaktır. Önder APO, “evrenin amacı özgürlüktür” diyerek, bir bütün kozmosun ve mikro kozmosların özgürlük meylini çok açık bir biçimde ifade etmektedir. Önderlik; “taşı yarıp filizlenen çiçeğin” arayışını dahi özgürlük meyli ile ifade ederken, düşünen mikro evren insanı ve daha da özüne inerek, gençliği bu arayışın en merkezinde değerlendirmemiz oldukça hayatidir! Çünkü devletçi-hegemon sultanın kentli-sınıflı-hiyerarşik düzene geçişinden, kapitalist modernitenin eliyle günümüze kadar ve şuan da dâhil türlü türlü yol ve yöntemlerle beynini uyuşturduğu, özgürlük dışında her şeyi düşündürüp-yaptırdığı kesimin başını çeken gençliktir. Kendisini her an sağda-solda patlamaya hazır serseri bir mayın misali göstermiş, düşünmenin o’nun işi olmadığı, kendisini dinleyip-uygulamasının yeterli olacağı söylenmiş, söylemekle yetinmemiş bunu hafızasının her bir hücresine de kazımıştır. Önder APO; “Hiyerarşik toplumda tecrübeli yaşlıların gençler üzerinde kurduğu baskı ve bağımlılaştırmadan da önemle bahsetmek gerekir. Jerontokrasi diye literatüre geçen bu konu bir gerçektir. Tecrübe yaşlıyı bir yandan güçlü kılarken, diğer yandan yaşlılık onu gittikçe zayıf, güçsüz kılmaktadır. Bu özellikleri yaşlıları, gençleri kendi hizmetlerine almaya zorlamaktadır. Zihinlerini doldurarak bu işlemi geliştirmektedirler. Tüm hareketlerini kendilerine bağlamaktadırlar. Ataerkillik bu olgudan da büyük güç almaktadır. Onların fiziki güçlerini kullanarak dilediklerini yaptırabilmektedirler. Gençlik üzerindeki bu bağımlaştırma günümüze kadar derinleşerek devam etmiştir. Tecrübe ve ideolojinin üstünlüğü kolayca kırılamaz. Gençliğin özgürlük istemi kaynağını bu tarihsel olgudan almaktadır. Yaşlı bilgelerden günümüz bilim adamı ve kurumlarına kadar gençliğe stratejik, hassas denilen bilgilerin en can alıcı kısmı verilmez. Verilenler daha çok onu uyuşturan ve bağımlılığını kalıcılaştıran bilgilerdir. Bilgiler verildiğinde uygulama araçları verilmez. Sürekli bir oyalama değişmez bir yönetim taktiğidir. Kadın üzerinde kurulan strateji ve taktiklerle ideolojik ve politik propaganda ve baskı sistemleri gençler için de geçerlidir. Gençliğin her zaman özgürlük istemesi fiziki yaş sınırından değil, bu özgül toplumsal baskı durumundan ileri gelmektedir. Ayyaş, toy delikanlı kavramları gençliği küçük düşürmek için uydurulan temel propaganda sözcükleridir. Yine hemen cinsel güdüye bağlamak, serkeşliğe çekmek, ezbere katı doğmalara bağlamak, gençlik enerjisinin sisteme yönelmesini engellemek ve düzeni sağlamakla bağlantılıdır.” diyerek, olayın tarihsel boyutunu ve karakterini analiz etmiştir.
Bu politikanın sahibi; şamandır, rahiptir, beydir, senyördür, patrondur, babadır, müdürdür, komutandır, bakandır, devlet başkanıdır vs. Ancak belirttiğimiz gibi bir zerre kadar dahi olsa, özünde özgürlük meyli olan gençliği tutabilmek, sıfırlamak ya da vasıfsızlaştırmak sıradan bir olay değildir. Önder APO bu konuyu şöyle izah etmekle beraber, gençliği hak ettiği tanıma da kavuşturmaktadır; “Özgürlüğe yürüyen bir gençliği tutmak zordur. Gençlik sistemlerin başına en başta bela olan kesimdir. Tarih boyunca bu çok iyi bilindiği için, eğitim adı altında gençlik kurban edilmekten tutalım, akla hayale gelmez uygulamalara tabi tutulmuştur. Hiyerarşik toplumun yükselişinde kadından sonra gençliğin bu duruma düşürülmesi belirleyici rol oynar. Gençliği kontrole alan düzenin kendini en güçlü hisseden düzen sayması boşuna değildir. Daha sonraki devletçi toplum sistemlerinin tümü gençliğe benzer bir uygulamayı dayatacaklarıdır. Zihni böyle yıkanan gençlik her işe koşturulabilir. Savaş dahil en zor işi meslek edinebilir. En önde tüm zor işlere sürülür. Özcesi yaşlıların zaaf ve gücünden kaynaklanan gençliği bağımlılaştırma ve güdümleme ilişkisi hızından ve yoğunluğundan hiç kaybetmeden hakim sistemlerin en güçlü sürdürücüleri kılınmışlardır.
Tekrar vurgulamalıyım: Gençlik fiziki bir olay değil toplumsal bir olaydır. Tıpkı kadınlığın fiziksel değil toplumsal bir olgu olması gibi. Bu iki olay üzerindeki çarpıtmaları kaynağına inerek açığa çıkartmak sosyal bilimin en temel görevidir.”
Bundandır ki gençlik dünyada ki en ‘yaman’ uygarlık birim veya birliklerine meydan okunarak, bozulmaya çalışılan yapısallığa muazzam direnişlerle karşılık verilmiştir. Amerika, İngiltere, Hollanda halk direnişlerinde, Küba, Vietnam, Güney Afrika vb. devrimlerde, Fransız ihtilalinde, Bolşevik parti pratik ve devriminde önemli katkı ve öncülükler biçiminde meydana çıkmış olmakla beraber, 1968 gençlik hareketinde ise tamamen gençlik önderlikli ve endeksli olağanüstü bir direniş hareketi enternasyonalist bir karakterle tanzim edilmiştir. Sosyalist devrimciliğin çok önemli ve eşine ender rastlanan merhalelerinden biridir.
1968 devrimci gençlik hareketi (özellikle Türkiye devrimci gençlik hareket ve önderleri), Özgürlük Hareketimize de ilham kaynağı olmuş; Önder APO, dönemin devrimci liderlerinin ilk başlarda sempatizanı ve giderek yoldaşı, mücadele bayraklarının devralıcısı, yapamadıklarının pratikçisi olmuştur. Her şeyden önce bu dönemin gençliğe ve gençlik hareketlerine kazandırmış olduğu mükemmel tanım ve ruhu her an anımsamak, hak ettiği değeri vermek ve pratikleştirmek son derece ahlaki ve politik bir görev olarak ele alınmak durumundadır.
Onlar ki bu temelde şehadeti, işkenceyi, zindanı göze aldılar ve bu uğurda ağır bedeller ödediler. 1972’de Deniz GEZMİŞ, Hüseyin İNAN ve Yusuf ASLAN’ın tutuklanmasına karşı, Mahir ÇAYAN ve dokuz yoldaşının Kızıldere direnişi ve ardından şehadeti; Mahir’lerin şehadeti üzerine Önderliğin 5 bin kişiyle üniversitede direnişe geçmesi, sonrasında tutuklanması, bu tanım ve ruhun ete-kemiğe bürünmesi ve can bulmasıdır. Düşmanın faşizm ordugâhları haline getirilen üniversitelerde bu tesirle girişilen devrim mücadelesi, toplumla bütünleşerek, bugün 7’den 70’e herkes tarafından hakkı teslim edilmektedir.
1968 gençlik hareketi yılları gelip geçici bir rüzgar, bir anlık heves, bir akıntı değil; aksine, halen tüm gücüyle esen bir fırtına, bir dalga, bir haykırış, bir çığlık, bir yaşam felsefesi ve bir devrimci gençlik akımıdır. Ve son derece bilinçli, ideolojik, fedailik temelinde gelişim kaydetmiştir. Günümüzde bu mirası layıkıyla en fazla Önder APO ve PKK Hareketi temsil etmektedir.
Önder APO ve Özgürlük Hareketimiz, tüm insanlığın özgürlük sorununun çözüm sorumluluğunu göğüsleyerek; dünyanın en aşağılık faşist devletlerinden tutalım da, en basitinden özünden ıraklaştırılmış aileye, aşirete, ulusa karşı akıl almaz bir mücadele cephesi oluşturmuştur. An’a, yani tarihe an’a doğru temelde cevap olabilecek en uygun yöntemlerle bu direnişi nihai sonuca götürmenin amansız takipçiliği yapılmaktadır.
Bunun için ağırlıklı olarak silahlı mücadele tarihimizde birçok kez hareketimiz düşmanlarına sorunların yumuşak zeminde halli için fırsatlar tanıyarak, arayışlarını zenginleştirmiştir. İçerisinde bulunduğumuz zaman zarfı da böylesi bir süreci kapsamaktadır. İnanılmaz emekler verilerek zemin hazırlanmakta, fedakârlıkta sınır tanınmayarak alan açılmaya ve konuşma ortamı, ölümsüzlük ortamı oluşturulmaya çalışılmaktadır. Tüm tek taraflılığa, tüm karşılıksızlığa ve Türk devletinin tahrikvari yaklaşımlarına rağmen, inadına yürütülen bir süreç olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Bu önder APO’nun barış ve zaferde ki ısrar ve inadıdır.
Gençlik bu ısrar ve inadın hem tartışmasız takipçisi hem de garantörü olmak durumundadır. Bunun için her fırsatı kendi lehine çevirebilmek için çok ince düşünerek, yaratıcılığını kullanmak ve 24 saati çalışmayı sürekli hale getirerek adeta 24 saati bile yetmez görerek pratikleştirici güç olmak gibi önemli bir role sahiptir.
Devlet gerillanın Güney Kürdistan’a çekilmesini fırsat bilerek şimdiye kadar korkusundan yapamadığı karakolları yapmaya hız vermiş, Kuzey Kürdistan'da ve Türkiye’de halka barbarca saldırmakta, en ufak bir hak arayışını polis terörüyle bastırmaktadır.
Gezi parkı olayları halen devam etmektedir. Gezi’de ki bir gençlik direnişidir. Önderliğimizin ve Hareketimizin başlattığı sürece dâhil edilebilecek bir direniştir. Bu direniş Anadolu ve Mezopotamya’nın birlik geliştirmesi durumunda devrimin ne kadar yakın olabileceğini, elle tutulabileceğini göstermiştir. Ancak hatalar ve yetmezlikler çok olmuştur. Her şeyden önce direniş koordinatörlüğü işletilemediğinden, farklı grup ve çıkar çevrelerinin-başta CHP gibi son derece devletçi, Kemalist yapılar gibi- denetimine alma girişimlerine açık hale gelmiş ve iç çekişmecilik yaşanmıştır. Bu ideolojik- politik yetmezlik olarak değerlendirilebilir. Yedekleme gerekli ölçüde yapılamadığından yer yer polisin üstünlüğü olabilmiştir. Bu nedenle şehadet ve yaralanmalar oldu. Her ne kadar yapılan eylem dünya kamuoyuna karşı mesajını verebildiyse de, inanılmaz başarılar elde etmek işten bile değildi. Bunun için daha örgütlü olma gerekliliği ve özellikle Önder APO’nun tüm Anadolu ve Kürdistan gençliği tarafından çok etraflıca irdelenmesi, Önder APO’nun mücadele tarz, yöntem ve sistematiği anlaşılmak zorundadır. Şayet Gezi Direnişi bu temelde ele alınsaydı, sadece Gezi Parkıyla sınırlı kalan bir çıkıştan ziyade; Türkiye halklarının yüzyıllardır beklediği ve hakkı olan bir kazanımı elde etmesi muhtemeldi. Tıpkı 1968 yılında gençlik hareketinin sergilediği bir çıkış gibi ama sonuç alan, kazanan bir pratik olarak tarihe adını yazabilirdi. Gençliğin gücünü görmesi açısından bu önemli bir deneyimleme olmuştur. Bu ise, geleceğe dair umut vermektedir. Bu nedenle, tam da atmosfer yakalanmışken direnişe hiç ara vermemek gerekir. Beklenen sonuçların elde edilmesi durumunda 1968 kuşağına benzerlikleri bir gerçek olur.
Aynı şekilde en son birkaç gün önce Lice’de yapılan provokasyon karakollarına karşı yürüyüşte Medeni YILDIRIM adlı genç yoldaş şehadete ulaştı. Böylesi eylemlerde muazzam örgütlü olunmadığı müddetçe kayıplara ve yoktan yaralanma ve tutuklanmalara varabilecek sonuçlar kaçınılmaz olur. Burada ideolojik-politik zayıflık başat roldedir. Cizre’de zamansız asayiş gösterisi yapılırken, Lice’de neden öz savunma bilinciyle karakola yürünmez ki? Savunmasız canlı-cansız varlık yoktur. Yerinde duran ağır bir taşın bile savunmasız olmadığı bilinirken, APOCU gençlik nasıl olur da savunmasız ya da zayıf bir savunmayla düşman kalekollarına karşı yürür? Neden olarak, söylemde “Önderlikle birlikte olduğumuzdur” denilecektir. Hâlbuki Önder APO’yla olmak demek; Önder APO’nun düşüncesini, tarzını, gerillacılığını ve bilincini kendinde gerçekleştirmektir. Yani Önder APO gibi görerek, Önder APO gibi bir vuruş tarzına sahip olmaktır. Şimdi eylemleri yükseltmenin ve her yerde direnişe geçmenin, gençlik olarak halkımızın savunmasını yapmamızın tam zamanıdır. Dolayısıyla iyi bir mücadele politiğine sahip olmanın da gerekliliği ortaya çıkıyor. Kendine görelik değil, APOİZM’le bütünleşerek aşılabilecek bir durumdur. Kürt Halkını imha etmek için yapılan karakollara, sokağa çıkan halkımızı, gençleri katletmelerine karşı aktif mücadele bu süreçte zincirin önemli bir halkası pozisyonundadır.
Önder APO gençliğini tanıyor ve tanımlıyor. Her zaman koruyor ve en sorunlu zamanlarda görev başına çağırıyor. “bana bağlı bir tek Kürt genci dahi kalsa, ben bu devrimi gerçekleştiririm” diyor. Bu kadar güven duyuyor yani. Dolayısıyla kendini devrimci bir halkın devrimci öncüleri olarak tanımlayan (bu doğru olandır) gençliğin ve APOCU Gençlik Hareketinin, içinde bulunduğumuz bu süreci farklı ele almasının ve kendine göre yorumlayarak, ‘sonsuz inisiyatif’ gibi bir perspektifle alanlara yetki vermesinin zararlarını hesap ederek; bunun yerine daha derinlikli, herkesi aktif eylemselliğe çeken ama sürece ivme kazandıran bir tarzı esas alma zorunluluğu(sorumluluğu) son durumlarla beraber daha da somut bir biçimde ortaya çıkmıştır.
Özcesi:
Eski coşkulu günlerde ki gibi: “Ey gençlik, Sen öyle bir ülkede ve öyle bir halk için savaşıyorsun ki, her şey acımasız bir terörle elinden alınmıştır. İnsan olma hakkını bile elinden almışlardır. Bu bağlamda senin vatan ve özgürlüğe ekmek-su kadar ihtiyacın vardır. Senin şeref ve onura ihtiyacın vardır. Tüm bunlar senin için düşman tarafından yok edilmiştir. Sen bunları kazanmak için gençliğe adım attın. Ve sen bu nedenle o kadar öfkelisin ki, bunları ele geçirmek için silaha sarılıyorsun. Eğer bu konuda bir yanılgın yoksa ve kararın kesinse vuruş tarzın belirlenmiştir. Değil kararsızlık, ikirciklik, eylemi planlamamak, silahını kullanmamak; bunlar kesinlikle söz konusu olamaz. Böylesi bir dava insanı müthiş vurucudur.”
Serhad TENDUREK
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 12 Temmuz tarihinde Kars’ın Kağızman ilçesine bağlı Mistafiye ve Xetesor köyleri arasında bulunan Tepê Zerdeş alanına yönelik işgalci TC ordusu bir operasyon başlatmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Demokratik Çözüm Yürüyüşünü yoğun askeri faaliyetlilikler arasında sürdüren Mardin grubumuz Medya savunma alanlarına ulaşmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. Kürdistan özgürlük mücadelesi değerlerine değer katan yiğit yoldaşlarımızdan Ekrem Redar ve Kurtay Faraşin arkadaşlarımız değişik tarihlerde Özgürlük Şehitleri kervanına katılmışlardır.
- Ayrıntılar
Barış kelimesi herkesin dilinde. Ancak barış kelimesinin hak ettiği gibi bir değer biçilmediği de o kadar bir gerçektir.
Kürt halk önderliği barışı tanımlarken şöyle söylüyor:
“Barış kelimesi kapitalist modernite koşullarında tuzak yüklü bir kelimedir. Doğru tanımlanmadan kullanımı çok sakıncalıdır. Bir kez daha tanımlarsak, barış ne tümüyle savaş halinin ortadan kaldırılmasıdır, ne de bir tarafın üstünlüğü altındaki istikrar durumu ve savaşın olmaması halidir. Barışta taraflar vardır; bir tarafın kesin üstünlüğü söz konusu değildir ve olmaması gerekir. Üçüncüsü, silahlar toplumun öz ahlâki ve politik kurumsal işleyişine rıza gösterme temelinde susturulmaktadır. Bu üç koşul ilkesel barışın temelidir. Gerçek bir barış bu ilkeli koşullara dayanmadıkça anlam ifade etmez.”
Kürdistanlı halklar barışa Kürt halk önderliğinin çizdiği bir bakışla bakıyorlar. Bunun için her zaman barış barış diye haykırıyorlar. Kürdistanlı halkların anladığı barış onurlu olanıdır. Kimliklerinin kabul edilişiyle ortaya çıkacak olan bir barıştır. Dillerinin, kültürlerinin, örf adetlerinin, tarihlerinin ve de benliklerinin, eşit ve adaletli bir ortamda kabul edildiği ve bunları yaşamaları için oluşmuş ya da hayal ettikleri bir barış ortamıdır.
Dikkat edilirse Kürtler başta olmak üzere bu toprakların ezilmiş ve horlanmış tüm insanları en çok barış sözcüğünü kullanmaktadırlar.
Bugün Kürdistan'da bir araştırma yapılsa ve bir soru olarak “en çok kullanılan kelime hangisidir(?)” deseler, kesinlikle en büyük oy oranıyla “Barış” sözcüğü olacaktır.
Öyle ki evladını gerilla olarak kaybeden anneden, eşini failleri belli olupta bir türlü yargı önüne çıkarılmamış olan katillerce kaybeden anaya, işkencelerden geçmiş çocuk yaştan gençlerden, camilerden hak yolunda namaz kılan nur yüzlü meleye, düşmanın çeşitli okulları ve kurumlarında cinsel taciz ve istismara uğramış genç kızdan, eğitim ortamlarında horlanan gençlere, devletçe onlarca kez hakarete uğramış aydınından sivil toplumcu olarak polisin gazını yiyen aktivistine kadar Kürdistanlıların hemen hepsi barış diyor.
Dikkat edilirse en çokta şehit gerillaların cenazeleri kaldırılırken analar, barış anaları haykırıyor barış sözcüğünü. Öyle ki “em barışê dıxwazın, barışê” diyerek haykırıyorlar. Binlerce, yer yer on binlerce insan seli gerilla cenazelerinin arkasında yürürken, yürüyüş kortejinde yer alanlara mikrofonları uzatsanız verecekleri cevap: “em barışê dıxwazın, barışê” olacaktır.
Gerçekler böyledir. Ve gerçekler çıplak olmayı sever derler. Gerçeklerin üstü örtülemez. Kürdistan'da 30 yıldır aralıksız bir savunma mücadelesi ya da savaşı veriliyor. Kürtlük ve bu topraklarda yaşayan halklar yeniden adeta küllerinden ayağa kalktılar. Yeniden kendileri olmaya başladılar. Yanı başında duran binlerce gerillaya güvenerek öz benlikleri, öz güvenleri günlük olarak arttı. Buna rağmen her ortamda, her yerde, her mitingde, her gösteride, her yürüyüşte, her konuşmada, her serzenişte, her haykırışta, her protestoda, her toplantıda, her konferansta, her kongrede, her etkinlikte, her kültürel şenlikte, her skeçte, her tiyatroda, her pantomimde, her hikayede Kürtler: “em barışê dıxwazın, barışê” diyorlar.
Kürtler günlük olarak “em barışê dıxwazın, barışê” derken Türkiye’de Türkler ya da beyaz Türkler ne diyor? Bırakalım beyaz Türkleri ve Türkleri, Türkiye’de sosyal demokrat kimliği maske olarak kullanan bir CHP bile savaş istiyor. Biz ulusalcı, ırkçılardan söz bile açmıyoruz. Gidin, bakın Türkiye’de kaç kişinin ağzından barış kelimesi çıkıyor. Bu barış kelimesini sarf edenlerin oranlarına bakın, genele vurulduğunda neredeyse cüzi bir orandır. “Türkiye halkları çözüm istiyor” derken gidin yakından bakın sarf ettikleri: “tek bayrak, tek devlet, tek vatan, tek dil, tek marş, tek din” ve tek tek teklerdir. Barış kelimesi burada pek görülmüyor.
Evet, yeniden belirtelim, barış kelimesi Kürtçedir. Bırakın siz Türkiye’de bu kelimenin ara sıra konuşulmuş olmasına. Hele hele iktidar cephesinde makyaj olarak kullanılmasına hiç aldanmayın.
Barış kelimesini Kürtlerin günlük olarak adeta bir amentü haline getirdiğini inanmayanlar gelip bir gün değil birkaç saat Kürtlerle yaşasın. Barış kelimesinin Kürtçe bir kavram olduğunu hemen anlayacaklardır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
“Barış kelimesi kapitalist modernite koşullarında tuzak yüklü bir kelimedir. Doğru tanımlanmadan kullanımı çok sakıncalıdır. Bir kez daha tanımlarsak, barış ne tümüyle savaş halinin ortadan kaldırılmasıdır, ne de bir tarafın üstünlüğü altındaki istikrar durumu ve savaşın olmaması halidir. Barışta taraflar vardır; bir tarafın kesin üstünlüğü söz konusu değildir ve olmaması gerekir. Üçüncüsü, silahlar toplumun öz ahlâki ve politik kurumsal işleyişine rıza gösterme temelinde susturulmaktadır. Bu üç koşul ilkesel barışın temelidir. Gerçek bir barış bu ilkeli koşullara dayanmadıkça anlam ifade etmez.”
“Savaş ve barış sorununun olmadığı bir düzlem, ancak iki tarafı ortaya çıkaran koşulların ortadan kalkmasıyla oluşur. Ya hiç bu koşulları yaşamamış ilkel komünal, doğal toplum düzeninde ya da savaş-barış düzenini aşmış olgun komünal toplumda kalıcı barış söz konusu olabilir. Aslında bu tür toplumda barış ve savaş kavramlarına da yer yoktur. Barış ve savaş olgularının olmadığı düzende, kavram ve düşüncelerine de yer yoktur.”
“Barışın gerçekleştirilmesi ancak toplumların öz savunması işler halde olursa, dolayısıyla ahlâki ve politik toplum karakteri korunur ve sağlama alınırsa gerçek anlamına kavuşabilir. Barış ancak bu biçimde kabul edilebilir bir toplumsal ifade kazanabilir. Bunun dışında anlamlar yüklenen bir barışın tüm topluluklar, halklar adına bir tuzak olmaktan, savaş halinin örtük biçimler halinde sürdürülüp gitmesinden öteye bir değer ifade etmez.”
“Toplum sistemindeki, ‘barış, istikrar’ durumu olarak adlandırılan düzen her iki gücün çeşitli düzeylerde aralarında kurdukları bir denge durumu mevcuttur. Sürekli savaş, çatışma ve gerginlik durumu, toplumun sürdürülebilirliğini tehlikeye atar. Taraflar sürekli tehlike, savaş hali durumunu karşılıklı olarak çıkarlarına uygun bulmayabilirler. Aralarında çeşitli konsensüslerle -uzlaşmalar- bir ‘barış ve istikrar’ paktında uzlaşmaya giderler. Her iki tarafın da tam istediği düzlem olmasa da, koşullar gereği uzlaşma, ittifak kaçınılmaz olur. Yeni bir savaşa kadar durum böylece yönetilir. Barış ve istikrar denen düzen, aslında dibinde savaşçı-iktidar gücüyle halkın tam yenilmemiş gücü, direnişi yatan yarı-savaş halini ifade eder.”
Şimdi Kürdistan'da var olan durum tam da budur. Kürdistan özgürlük hareketi var olan bu yarı savaş halini aşmak için inanılmaz fedakarlıklardan bulunmaktadır. Bunun için tek taraflı birçok adımı peş peşe atmıştır. Özellikle Önder Apo’nun 21 Mart günü Amed Newroz’unda başlattığı süreç ardından adımlar günlük olarak hızlandırılarak atılmıştır. Nedeni açıktır, yıllardır süren bu savaş halini dediğimiz gibi bir an önce onurlu bir barışa evirmek için, ortaya çıkabilecek tüm tehlikeleri de hesaplayarak hiçbir provokasyona başarma şansı vermemek için bu hızlı ve ivmeli yürüyüşü sergilemektedir.
Durum böyle olmasına rağmen adeta ne oldum delisi misali bir TC devleti ve hükümet gerçeğiyle daha üzerinde birkaç ay geçmeden karşı karşıyayız. Öyle sanıldığı gibi gerilla güçleri iş olsun diye geri çekilmiyor. Bir amaç doğrultusunda geri çekiliyor. Geri çekilme bir barışa yol açacaksa ya da buna imkan sunacaksa yapılıyor. Yoksa öyle kimi kendini bilmezin söylediği, dile getirdiği gibi hattını bilmezliklerden dolayı yapılıyor. Özgürlük mücadelesi en güçlü bir durumdayken Önder Apo gerillaya ve Kürdistan halklarına çağrı yaptı.
Bir kere şu iyi bilinecek: “Birincisi, tarafların tümüyle silahsızlandırılması öngörülmemektedir. İddiaları ne olursa olsun, bir-birlerine sadece saldırmamayı ahdetmektedirler. Askeri üstünlük peşinde koşulmamaktadır. Kendilerini güvenlik altında tutma haklarına ve olanaklarına saygılı olmayı kabul etmektedirler. İkincisi, bir tarafın nihai üstünlüğü söz konusu değildir. Belki silahların üstünlüğü altında sağlanan bir istikrar, sükûnet olabilir, ama bu durum barış olarak adlandırılamaz. Barış, haklı ya da haksız hangi taraf olursa olsun, bir taraf silahla üstünlük sağlamadan, iki tarafın savaşı durdurmayı karşılıklı olarak kabul etmeleri durumunda gündeme gelebilir. Üçüncüsü, yine konumları ne olursa olsun taraflar sorunların çözümünde toplumların ahlâki (vicdan) ve politik kurumsal işleyişine saygılı olmayı kabul etmektedirler. Adına ‘politik çözüm’ denen koşul bu çerçevede tanımlanmaktadır. Politik ve ahlâki çözüm ihtiva etmeyen bir ateşkes barış olarak yorumlanamaz.”
Gerçeklik buyken her şey bitmiş bir edasına girmek kesinlikle kendini kandırmak olduğu gibi, birilerini çok saf bilip fırsat bu fırsat deyip Kürdistan’ın tüm dağlarına karakollar inşa etmek densizliktir. Yine barajlarla bu toprakların tarihi mirasını su altında bırakmakta bir başka densizliktir. Hele hele her yere yol götürerek kendince tedbir aldıktan sonra bu topraklarda yaşayan insanların haklarını hem de temel haklarını görmezden gelmekte kendi başına bir ahmaklıktan öteye gitmez.
Bir kere şu iyi bilinecek: “Uygarlık karşıtı güçlerin tarihte ana eğilim olan politik yaşam biçimi konfederaldir. Tüm toplumsal birimler gevşek bağlarla birbirine bağlılığı ancak özerkliklerine saygı gösterilmesi şartıyla kabul ederler. Uygarlığın iktidar ve devletçi güçlerine bile ancak bu şartla rıza gösterirler. Rızanın olmadığı koşullar daimi savaş halinin yaşandığı koşullardır. Rıza olduğunda ise gerçekleşen barıştır.” Dediğimiz gibi aksisi tek kelimeyle savaştır. Ve görülen odur ki birileri kendilerini savaşa hazırlıyor.
Niçin Kürtler ya da bu topraklar 30 yıldan daha fazla bir süreci ciddi hem de çok ciddi bir direniş sergilediler: “Kapitalist modernite döneminde iktidar tüm toplumu içten ve dıştan kuşatıp bir nevi iç sömürgeye dönüştürür. İktidar ve temel devlet formu olarak ulus-devlet toplumla devamlı savaş halindedir.” Direniş politikası işte kaynağını bu toplumlu sürekli savaş halinde tutan iktidara karşı geliştirildi.
Halbuki: “Tarihte barış dönemleri uygarlık güçleriyle demokratik güçlerin birbirlerini tanımaları, kimlik ve çıkarlarına saygılı davranmalarıyla sağlanır. İktidar uğruna çatışma ve ateşkeslerin barışla ilgisi yoktur.”
Özcesi, iktidar odakları var olan sorunu sağlıklı bir barışla çözümlemek istiyorlarsa öncelikli olarak Kürdistan'da sürdürdükleri kirli politikaları terk edeceklerdir. Halkımızın demokratik eylemliliklerine saygı göstereceklerdir. Kesinlikle tek bir insanımıza bırakalım silah doğrultmayı son derece saygılı yaklaşacaklardır.
Kürdistan gerillası silahları susturmuş ise temel nedeni budur. Kürdistanlı halkların on yıllarca yaşadıkları sorunları çözerek bu topraklarda nihai bir barışın gelmesi için bunca büyük fedakarlıklara katlanmaktadır.
Ali Cengiz Oyunlarıyla kimse “alavere dalavere Kürt Memo nöbete” yaklaşımlara yeltenmemelidir. Bu politikalarda ısrar etmek sadece ve sadece bu kirli politikaları yürütenleri vurur.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
1994 yılının yarısını boydan boya kaplayan çalışmalarımızın, en özlü ve yeni sayfalarını açmaya çalışırken, iddialı değerlendirmeleri esas yönleriyle ortaya koyduk. Hatta denilebilir ki, en iddialı, yeni bir okul anlamına gelebilecek yaratıcılığı mümkün kılarken, aynı zamanda emperyalizmin, özellikle günümüzde karıncalaştırdığı insanı, tekrar temel özellikleriyle yaşam iddiasında tutmak ve bu anlamda direnişçiliği ortaya çıkarmak, onunla birlikte kendi düşmüş insanlarımızın temelinde, bunu gerçekleştirmek sandığınızın çok üstünde önemli olan bir kazanımdır. Eğer gerekleri ısrarla yerine getirilirse, yaşamda, onun savaşım ve her düzeyde gelişimine de büyük yansıtılacak ve kavrayış politik bir noktada iç içe başarıyla yürütülecek bütün özelliklere sahiptir.
Tabii ki, ister bunu alın, ister almayın, biz bunu tarih için yapıyoruz, ilkelerimizi insanlarımız için oluşturuyoruz. Sizin sıradan deneysel bir grup olmanız bizim için o kadar önemli değildir, ama olursanız sizin için çok iyi olur. Biz bu çözümlemeleri sadece sizin hatırınıza yapmıyoruz. Zaten değerlendirme gücünüzün zayıflığına da bakmıyoruz, size söylenecek olan, hatta bütün partide “iyi yaşıyorum, bağlıyım” diyenlere ilişkin söylenecek olan, mümkünse saygılı ve duyarlı olmaktır. Ülkede gerçekliğimizi bu temelde yaşama ve çok iddia ettiğimiz gibi, savaşa yol almaya giderken, bağlı kalmayı biraz bilin.
Çokça yaptıklarınız, sandığınız gibi değil. Bizim bütün yönleriyle ortaya koyduğumuz gibi, saygıyı bu anlamda söylüyorum. “Kişiliğim var, özüm var, bağlı kalacağım” diyorsunuz. Gençsiniz, göstermekte iddialı olabilirsiniz. Kendi örneklerinize bakın. Yaşam karşısında bir hiçlik, yaşama karşı çok büyük saygısızlıklar söz konusu. Hâlâ yaşam bizim için savaştan geçtiğine göre, savaş gerçeğine yaklaşımlar, görüyorsunuz ki çok geri, yenilgili, çok soylu savaş yürütücüsü yok; savaşta derinleşen, iddialı olan kişilikler gelişmiyor. Fakat savaş çok soylu, önemli bir erdem, çok dönüştürücü ve yüzyılların dönüştüremediğini on yılda kesin dönüştürebilir.
Eğer gerçekten savaş istiyorsanız bunlar çok önemli. Ben sizin savaşa yaklaşımınızdan sadece ürküyorum, dehşet duyuyorum ve öfkeliyim. Bizi en çok öfkelendiren savaşa yaklaşımınızdır. Benim için savaş, ateşle oynama sanatıdır veya ateşle insanı temizleme hareketidir. Kendinize bakın; değil ateşin körükleyicisi olmak, onun bir moloz yığını içinde tutuşan tipi oluyorsunuz.
Yaşadığınızı, savaştığınızı sanıyorsunuz. Yiğitlik meydanı ortada. Romalılar neden gösterişliydiler? Onların ilk tanrısı savaş tanrısıydı. Roma bütün büyüklüğünü doğru savaşmaya ve onun sonuçlarını yaşama dönüştürmesine borçlu. Sizi savaşçı saymamızı istiyorsunuz ama kendini savaşa göre pişiren adam bizim karşımızda böyle mi durur veya savaş görevlerine böyle mi yaklaşır? Biraz kendinize ve ölçülere bakın ve anlayın. Ben biraz göstermeye çalıştım, yaşamak istiyorsan böyle yapacaksın, savaşmak istiyorsan böyle yapacaksın. Ama sizde büyük ciddiyet, kavrayış yok. Bunlardan sizi sorumlu tutmaya gerek yok, çünkü yetiştiğiniz okul, düşmanın askeri olmak, kocakarılık, alçaklık okulları sizi bu hale getirmiş. Siz o okulun talebeleri olarak geliyorsunuz. Bizim de sertliğimiz, affetmezliğimiz bu noktadadır.
Yeni bir okul kurduğumuzu ve bu okulun kesin ilkeleri ve yaşam gelenekleri olduğunu göstermek istiyoruz. Bu okulda zayıf kişilik kalamaz, köle kişilik olamaz; beceriksizlik olamaz, görevler karşısında duraklama, çözümsüzlük, tıkanma olamaz! Madem bu okuldan mezun oldunuz, yaşamla savaş gerçekliği karşısında yenilmez misiniz, ikirciksiz misiniz, her şeye hükmeden tarzı temsil ediyor musunuz bunu göreceksiniz. Buranın özelliği budur. Böyle bileceksiniz, yoksa hiçbir şey olamazsınız. Bu okulun bütün gerçeği budur. “Bu okuldan verim aldım” diyen, yaşam karşısında yenilgiye düşmez, savaşın her sorununa, mücadelenin her yerinde her soruna çözüm bulur. Eğer sahtekâr değilseniz, kendinizi aldatmıyorsanız, burada söylenenle başarırsınız.
Bizim okulumuzda yaşamaya bu kadar yenilgili, bitik, bu kadar öfkelendirecek kişiliklerle gelmeye cesaret edemezsiniz. İşte size eğitim fırsatı, kendinizi yetiştirin. Gerçekten insan sizden başardığınıza dair bir şeyler ummalı, bunu istemek çok mu fazla. Hiçbir başarı, şeref sözünüz olmayacak mı? Hiç mi bir işi doğru planlamaya, ilerlemeye ihtiyacını yok. Hep yenilgi, hep bozma, hep kaybetme kader midir? Değilse, o zaman niye hep sözle hazırsınız. Ben hiç birinize, “al sana bir görev” diye dayatmada bulunmadım. Tam tersine, hepiniz geldiniz, ağırlık teşkil ettiniz. Yoksa ben daha değişik de çalışabilirdim. Ama geldiniz “savaşa hazırım” diyene bir baktık ki, kendini dayatmış. İnsan biraz saygılı olur. Madem böyle bir savaş istediğiniz var, onun esaslarıyla uğraşın. Ama gidilen her yerde sözüyle, eylemiyle bizi öfkelendiren bir kişilik var.
Biz, kişiliğimizle söz ve hareketlerimizle halkımızı zora sokacak tutumlara girmemeye, bilakis en yüce saygıyı tutturmaya çalışıyoruz ve bunu bütün savaş zorluklarına rağmen yapıyoruz. Çünkü biz görev adamıyız, ilkeler için yaşamayı esas alanlarız. Size göre öyle de olur, böyle de. Hayır! Benim için hiçbir zaman sandığınız gibi olamaz! Bir saniye bile yaşamam, öldürseniz de ezik ruh haliyle, kendinden taviz veren kişilikle yaşamam.
Siz, her şeyle uzlaşıyor, yenilgiye “hoş geldin” diyorsunuz, her türlü çirkinliklere de “hoş geldin” diyorsunuz. Yaşamın her türlü gafletine, tehlikesine böyle yaklaşıyorsunuz. Fakat “hoş geldin” demediğiniz bir olay var; o da başarılı yürüyüştür. Başarılı yürüyüşe geldi mi, “bunalıyoruz, tıkandık” diyorsunuz. Sürekli kocakarıca tutumlar sergilendi. Buna bir “hoş geldin” demek yok. Kol gerdi dediğiniz düşman ve dolaylı etkileridir.
Biz tam tersine, gerileten ve başarıdan uzaklaştıran hiçbir şeye “hoş geldin” demedik. Tabii bunun için yıllarınızı vereceksiniz, bunun için tüm insani yeteneklerinizi vereceksiniz. “Hoş geldin başarı savaşı, hoş geldin özgürlük savaşı, hoş geldin özgürlük yaşamı!” diyeceksiniz. O kadar tekrarlamamıza rağmen, ciddiyet kelimesine anlam verdiğinize inanmak istiyorum, ama çok zor. O kadar iddiasız, zavallıları oynuyorsunuz ki, çok çok yapabileceğiniz, sözün etkisi altında kendini yitirmek, ucuz ölmektir.
Acaba sizi okula çekmekle hata mı ettik? Çok mu yeteneksizsiniz. Fakat ben insana güveniyorum. Bana göre insan yaşamı, büyük olay olarak görülüp ona yüklenmesi gereken bir olgudur. Biz de öyleydik. Hiç kimse benim kadar hayata karşı zayıf değildi, hiç biriniz benim kadar çekingen, sosyal, ekonomik ve siyasi olarak da uçurumlarda gezinen bir durumda değildiniz. Buna rağmen, cesaretli, güçlü, hayata karşı iddialı olmayı bu dereceye getirebildik. Başlangıçta kimse için ne avantaj, ne dezavantaj vardı, belirleyici olan ilgi, sorumluluk, giderek hayattan öğrenme, saygı, ciddiyet, güne aldanmama, gösterişe kapılmayarak iddialı olmak, doğru tutumları çok iyi görme ve taviz vermeden onun egemenliği uğruna savaşmaktı.
Sizin yapmadığınız budur. En altın değerindeki ilkeyi bir sigaraya satarsınız. Sizin için önemli olan dumandır, bu çok belirgindir. Hâlbuki biraz ilkeye bağlı yaşamayı bilmelisiniz. İlke nedir? Örgüt, siyasallık, çalışma tarzı, toplantı tarzı, üslup, bütün bunlar ilkedir. İlkenin esasları var; beni en çok ilgilendiren onlardır ama, sizin için bunlar ikinci sırada gelir. Önemli olan sigaradır, önemli olan bir psikolojik durum, ucuz bir hayat, ahbap-çavuşluk, zayıflık, zavallı tıkanmışlıktır. Onlarla kendinizi daha çok oyalarsınız. Fark burada!
Burada çok keskin bir tarzda iki farklı yaşama bakış ve pratik gelişmesini gösterdik. Çelişkiler bu temeldedir. Düşünüp duruyoruz. Mücadele adamları niye böyle olsun? Neden pratik sahaya doğru yol aldıklarında ve ulaştıklarında öğrendiklerine bile saygılı olmayacak kadar kendinden geçsinler. Bu durum saygısızlığı ifade eder. İlkelerine zayıf yaklaşan, onu pratikleştirmeyenin yüzü yoktur. İddiası, büyüklüğü olmaz, pratikte yalan söylemez, yapamadınız mı ne mal olduğunuz ortaya çıkar, lafazanlıkla örtbas edilemez, özellikle savaş pratiği böyledir.
Nasıl bir yanılgılar yumağı olduğunuzu ortaya koyduk. Yaşama karşı büyük sahtekarlıkların iç içe örülüşünü gösterdik. Yaşama gelemeyişi gösterdik ve eski toplumsal yaşamları gözlemleyerek değerlendirmeler yaptık. Köylülerin durumunu, yeni yetme küçük-burjuva aydınların durumunu, ağaların, lümpenlerin, kendini bilmezlerin durumunu ortaya koyduk. Bizim yaşamımız tam tersine, bu yaşama gelmeyenlere karşı savaşımdır. Yaşamınızı biraz soruşturduk. Çok yanlış yaşamışsınız, zaten savaşın taktiğine gelmemenin yanlış yaşamla ilişkisi var, bunu ortaya çıkardık.
Temel bir gerçekliğiniz var, sizi yanlış büyütmüşler, çok yanlış yetiştirmişler. Özellikle örgütsel, siyasal yetişmeleriniz çok tersine, çok düşmanca. Hiçbirinizin gözünden başarı okunmuyor ki! Hep çaresizlik, karışıklık, bozgunculuk, yapamama... Bundan başka hava yansıtmıyorsunuz. İlham kaynağı olan kaç kişi var? Mesela ben kendime güveniyorum, benim tek istediğim biraz nefes alıp vereceğim bir mücadele sahasıdır. Ben bunları hepinize veriyorum ama hiçbiriniz bana veremiyorsunuz. Ben kendi alanımı kendim belirliyorum. Gerilla sahasına ulaşacağım, kitle sahasına ulaşacağım da, sizin gibi kalacağım. Düşünebiliyor musunuz, çok hırslı, hırslıdan da öte çok değişik insanlarız.
Bazıları doğru-dürüst bir konuşmayı beceremiyorlar, bir toplantıyı düzenleyemiyorlar, bir talimatı uygulayamıyorlar, “şu engelledi, bu engelledi” diyorlar. Bundan daha fazlasını yapıyor musunuz? Biz her şeyi alacakaranlıkta ve bilinmeyen ormanlarda yol aça aça ilerleyerek ortaya çıkardık. Siz hazır yolda yürüyemiyorsunuz. Tabii ki büyük kişilikler yetişemez. Ondan sonra da hak arayıcılık, yetki, olanak üzerine kurulmak ve bunları istemek, Önderlikle bütünleşmek mi oluyor? Büyük yanlışlık! Bunun için hiç olmazsa bu okulu iyi öğrenmeye çalışın.
Zaten çok bitik geliyorsunuz, büyük bir iddianız da yok, ağlama-sızlama, bütün alanlarda şikâyet haline gelmiş. Okul düzenimizi özünden boşaltmaya fırsat veremeyiz. Biz halen okulumuzun felsefi, moral, yaşamın en başlangıç esaslarından tutalım en kapsamlı anti-emperyalist veya gücümüzün derinleşmiş, yoğunlaşmış düşman gerçeğine karşı yöneltilebileceğine inanıyoruz. Ve ezilmeyeceğimize, adım adım ilerleyeceğimize de eminiz. Aslında siz bunu değerlendirmelisiniz. Okulumuzun yaratmak istediği insan, savaşa yaklaştırmak istediği insan kimdir, nasıl ortaya çıkıyor sorusuna cevap olmalısınız. Aksi halde kendinize saygısızlık etmiş olursunuz. Çünkü burası gerçek bir okuldur ve çok önemli esasları kadar savaşla bağlantısı vardır.
Ben kısmen görevlerimi yerine getiriyorum. Sanıyorum bu konuda eğitim ve öğretim görevlerimiz küçümsenemez, hatta savaş için pratikte de sonuna kadar donatım desteği verdiğimizi rahatlıkla söyleyebilirim. Aynı şeyi sizin gösterdiğinizi söylemek zor. Eğitim, öğretimden alınması gerekeni, pratikte ve savaşımın olanaklarına anlam vermesini kendiniz bilmiyorsunuz.
Türk okullarında kopyayla sınıf geçmeye alışmışsınız. Yaşamla ilgisi olmayan bilgi küpü olmayı, çok yüzeysel, yalan-dolanla sınıf geçmeyi, yaşamın haini olmayı siz öğrencilik bellemişsiniz. Lanet olsun böyle öğrenciliğe! Zaten bu öğrencilikten duyduğumuz öfkeyle bu okulu geliştirdik. Biz Türk okullarında feodal, geleneksel yaşamı fazla tanıyamadık. Biz hiçbir zaman yaşamı; insanın özlü, özgür yaşamını tanıyamadık. Bize öğretmediler. Tümüyle inkârı, düşleri, sahtece etrafı çiğneyerek, insanlığın bütün değerleriyle oynayarak, sözüm ona yükselmeyi dayattılar ve böylece okullardan geçirilmek istendik. Bu büyük bir çelişkidir, biz bu çelişkiyi kendi okul gerçeğimizde çözmek istiyoruz.
Siz daha fazla o okulun sahte öğrencilerisiniz veya o okulun ağır etkilerini taşıyansınız. Ben yedi yaşından beri o okulların bütün olumsuzluklarına rağmen özgür kalmayı, kendime ihanet etmemeyi esas aldım. O okullardan sınıf geçtim ama hiçbir zaman tutarlı bulmadım, o okulların verdikleriyle yetinmedim. Kuşkuyla, şüpheyle baktım ve en son kendi özgürlük okulumuza ve onun gerçekleştirdiği amacına doğru yol alıyoruz. Hiç olmazsa şimdi sizde biraz dürüst öğrenciler olmalısınız. Bu saydığım faşist ve köhnemiş gerici okulların sahte, hatta yüzeysel öğrencileri gibi olmayasınız, ajanları gibi bizi uğraştırmayasınız.
Tüm bunlar bu devremizin az-çok ortaya çıkardığı ve yaşama, savaşa yansıması gereken gerçeklerdir. Mutlaka üzerinizde bazı etkilenmeler olmuştur. Sanıyorum bu okulun bazı eğitici değerlerini, farklı yaşam gücünü, imkânını görmüşsünüzdür. Layıkıyla “okuldan yararlandım, öğrencisi oldum” deyip de pratik sahaya, örgütsel her türlü görev, en başında da silahlı savaşıma doğru yol aldığınızda, biz de diyoruz ki; bu okulun emrettiği, sizin de oldukça özümseyip gerçekleştirdiği bu değerleri, başarı için uğruna söz verip ne pahasına olursa olsun kişiliğinize taşırmalısınız. Böyleyseniz sizi onaylayalım.
Yaşamla savaş iç içedir. Yaşam savaşla geçer, savaş yaşamı doğru bilmekle geçer. Kesinlikle yalnız savaşmanızı dayatma yok. Eğer mutlak anlamda savaş yaşamı mümkün kılmıyorsa biz o savaşa girmeyiz. Hiçbir gerekçesi de olamaz. Savaş bizim için sadece ve sadece zorunluluk ise, yaşamın en gerçekleştirici zoru, gücü olarak değerlendiriliyorsa verilir. Başka çare yoksa o zaman savaşa girilir. Yaşamın özgürce ifadesi için, sadece ve sadece savaş ve onun hazırlıklarıyla uğraşırız. Bu hem teorik olarak, hem de günlük yaşamda bütünüyle ispatlanmıştır.
…
---. Biliyorum, üç-dört tane kitap geliştirildi, Uğur Mumcu geliştirmek istedi, o da gitti. Gizli bir elin önlemek istediği veya bu taktiğin başarılı olamayacağı Ersever’in vuruluşunda da gözüküyor. Kesin bizimle ilişkisi vardır. Şundan ileri geliyor; biz bu konuda her türlü tuzağa düşürücü durumları karşı hamleye çevirecek kadar güçlüyüz. Hiçbirinize sübjektif anlamda art niyetlisiniz demiyorum.
Kadının gerçekliğini bütün yönleriyle ortaya koymuşum, kadın dürüst olmak zorunda, özgür olmak zorunda, her yönüyle gelişkin olmak zorunda. Aksi halde ayakta kuruyacak. “Evde kalma” bile değil, daha kötüsü olur. Özgürleşmezlerse ne olur? Kocakarıdan da öteye bir durumu yaşar. Ne sokak kadını olmak, ne kocakarı olmak, ne yetmişlik bir ajanın karısı olmak, sizi hiçbir şey kurtaramaz. Hele ağlamak-sızlamak hiç kurtaramaz. Geriye bir yol var. Gerçekten her şeyiyle yaşam etkinliğine, savaşın etkinliğine katılmak, onun büyük çalışma tarzına katılmaktır. Böyleyseysiniz ilgi bulursunuz. Asla başka yollara sapmayın.
Bu erkekler de istediğiniz kadar zayıf olsun, istediğiniz kadar cinsellik cazibeniz çekici olsun, ben varsam kesinlikle bununla politika yapamazsınız. Benim dışımda bütün yöneticileri bile etkiniz altına alabilirsiniz ama onları da yenebilecek kadar güçlüyüm. Dikkatli olun. “PKK içinde bir eyaleti, bir yöneticiyi etkileriz, kendimizi o temelde konuştururuz” demeyin. Yanlış hesap yapmayın veya bazılarının da egemenliğine girmeyin. Feci kaybedersiniz. Kadın ordulaşmasına karşı sizlerle açık konuşuyorum, zorlama yok. Yani ordulaşmaya da, yaşama da katılabilirsiniz, sevgiye de eşlik edebilirsiniz. Hiç ayıp değil, tam tersine sevmeyi bilmemeyi ayıplıyorum. Büyük ustalık ister, büyük yetenek ister.
Bu gençlerle deneyebilirsiniz. Tek şartım onları savaş gerçeğimizden, özgür yaşam gerçeğimizden geri çekmeyin. Bu pratiğin gücünü gösterin ama “yetkimi de kullanırım, kadınlığımla etkilerim” demeyin. Her şeye başvurun, ama erkeklerle kadınlar birbirlerine karşı böyle yöntemler denemesinler. Geriye çok zor olanı kalıyor.
Aşk tanrıçası böyle emrediyor, ben ne yapayım? Ben de emrin gereklerini yerine getiriyorum. Tanrıçaya inanmıyor musunuz? Tanrıça; iyilikler, güzellikler toplamı olan kavramdır. Aslında insanın soyut kavramıdır, yücedir. O söylüyor, ben de uyguluyorum. Aşk tanrıçası veya güzellik tanrıçası; düşmüş kadına, fahişe kadına ölüm emri veriyor. Kürt erkeğinin eski namus anlayışı, koca anlayışı, eski kendini erkek sanan anlayışına karşı yukarıdan emir gelmiş, “böyle yaşayamazsınız” diyor. Böyle alçak, yenilgili bir biçimde güzel olan her şeye karşıt yaşanmaz diyor. Bunları daha önce tanrılar söylüyormuş. Zaten tanrı kavramı da aslında budur.
Siz bütün bu kavramlarla alay edeceksiniz, “doğrusu bizim yaşadığımızdır” diyeceksiniz. Doğrusu sizin yaşadığınız gerçek değil. Siz gerçekte örgütsel düzeyimle, eylemsel düzeyimle yaşayamıyorsunuz. Kaçış kesinlikle bir yaşam değildir, değerler üzerine hoyratça depreşme bir yaşam biçimi değil, yozlaşmadır. Tıkanmış, ağlamaklı-sızlamaklı hal ve hareketler, yaşam biçimi olamaz. Uzun süre başarısız kalmak, sorunların üzerine ciddi gidememek, yaşamın ve hatta savaşımın bir biçimi olamaz. Uzun süre bir alanı geliştirememek yaşam olarak değerlendirilemez. Ben yaşayın demiyorum.
Görüyorsunuz, tüm gücümle yaşam çağrısı yapıyorum, savaş çağrısı yapıyorum. Saygılı olalım. Ciddi olacaksınız, ciddiye alacaksınız. Hiçbir şey yapamıyorsan, ciddi, ilgili, haddini bilen bir tarzın sahibi ol. Destan yazamıyorsanız, ihanet sayfalarını da çizmeyin. Büyük yiğitlik yapamıyorsanız, ordu bozanlık ve yaşam gafili de olmayın. Aslında tüm gücümle biraz ciddi olmaya çalıştım. Benim de özellikle zor koşullarda teslim olmayıp direnerek şehit düşenlere ve halen direnenlere büyük saygım var. Zaten bunlar için çalışıyorum. Bunlara bağlılığımdan ötürü bu kadar güç sergilemeye çalışıyorum. Sizler de hiç olmazsa elinizi vicdanınıza koyup saygılı olun. Bu değerlerle oynamayın, beş paralık duruma düşüyorsunuz. Hiç olmazsa doğru başlangıç yapın, güne doğru bir merhaba verin, ağzınızdan doğru bir sözcük çıksın, yerinde sağlam ve bizim olan sözcükler çıksın.
İnsan hal ve hareketlerinize bakıyor; niye bizi bu kadar öfkelendiriyorsunuz? Tanrı gazabı dediğimiz gazaplar, öfkeler böyle gelişir, lanetli tutumlar böyle gelişir. Siz insan olmayı basit bir mesele sanıyorsunuz. Çok zor, insan olmak için büyük taktik olaylar yaratın. Bana bakın, kolay mı, değil mi anlarsınız. Mevcut düzeyinizle belki sizi biraz onurluca yaşatabiliriz, ama benim bunu kolay yapıp yapmadığımı bana sorun. Yaşam size belki biraz rahat gelebilir, zaten ben daha kolay geçmesi için inanılmaz ölçüde her türlü çabayı harcıyorum. Psikolojik yaşamınızdan tutalım daha sağlıklı, moralinizin biraz daha üstün gelişmesinden tutalım, adeta savaş alanlarımızın başarılı olmasına çok büyük bir özveriyle karşılık veriyorum. Siz bunlara anlam veremeyecek misiniz? Terbiyeniz varsa, sözünüz varsa, onun disiplinine bağlı kalmayı bileceksiniz. Bağlılıktan neyi kastettiğimi her zaman doğru anlamalısınız.
Benim için bağlı kalmak yaratmaktır, başarmaktır, özgürleşmektir. Aciz, gözü yaşlı bir bağlılıktan her zaman nefret ederim. Ben zayıfların, güçsüzlerin bağlılığını istemem. Özgürlükten uzak kalmış, başarmaktan uzak kalmış bir kişinin bağlılığı bana zarar verir. Ben bunu her bireyde sezerim. Gözyaşı bağlılığından bile sezerim. Ciddi örgütsel, siyasi, savaşsal değeri olmayan bağlılıktan bile sezerim. Buna kolay da gelmem. Tüm bunlar çok açık. Sizin gibi yiğit olmak isteyene bu gibi şeyler yakışır diye de düşünüyorum. Asla sizlere karşı basit olmak istemedim.
En genç olanınızla, en candan arkadaş olmaktan tutalım en kurallı savaşçı olmaya kadar hepsini iç içe verdik ve özenle temsil etmeye çalıştık. Bu boşuna sergilenen bir tutum değildir. Bizim savaş tarzımızın, yaşam tarzımızın kesin bir gerçeğidir. Benden daha etkili ve güçlü olduğunuzu sansanız bile yine de alacağınız birçok şey vardır. Bunun için saygılı olun. Kaldı ki bunu da iddia etmiyorsunuz, etseniz bile yine söylüyorum, bizden güç alırsınız ama o da bu temelde olmalıdır.
Bu kadar deforme olmuş, şekilsizleşmiş, özden kopmuş kişilik yerine, bu okul gerçekliğimizde parti ve onun doğru savaşım gerçekliğinde sizi tekrar büyük kazanmaya, hem de insanlığı en kökünden ve bütün yönleriyle kazanmaya çalıştık. Parayla ölçülemez bir çapta ve herkeste böyle yaşamı kazandırmayı beceremez. Toplum, halkımız ve sizler bizi biraz ciddiye alarak ilgi duyuyorsunuz. Ve biz de “bunun da özü yaşamı böyle kazanmaktır” diye cevap veriyoruz. Siz daha kapsamlı tartışabilirsiniz. Yaşamın özgür, psikolojik, moral, estetik ifadesinden tutalım en sıcak savaşıma nasıl tutumla gelinebilirine kadar verilen dersleri tekrar edin, ben bir söyledim, siz on tartışın ve bunları mutlaka kendi kişiliğinizde, zayıf olan, yetersiz olan noktalara mal edin, özümsetin. Bu konuda en azından sağlam başlangıçlar için büyük hazırlığınız olmalı.
Bizim her zaman peşinde koştuğumuz ve hemen her döneme, her savaşım alanına yansıtmak istediğimiz böyle hazırlanmış savaşa ve giderek yaşama gelebilecek kişiliktir. Siz bu konuda her zaman sözünüze bağlı kalmayı beceremiyorsanız, hiç olmazsa bu sefer çok yönlü, bağlı kalmayı bilin. Her zaman söylüyorum, buna en çok muhtaç olan sizsiniz. Ben kendi düzeyimle kendi ihtiyacımı giderebilirim. Ama siz kesin başarmaya muhtaçsınız. Sizin yaşamınıza mutlaka birkaç başarı sığmalı. Sığmadan ölmeyi kabul etmemelisiniz. Çok önemli başarılar olursa, bunun da çok üstün değeri olduğu ve halkımızın baş tacı olacağını unutmamalısınız.
Yaşamak için birkaç başarıya olan ihtiyacınızı giderin. Kendiniz için bundan önceki tüm ölümleri imkânsızlaştırın ve baktınız imkânlar el vermiyor, fırsatlar el vermiyor, önünüzden geçiyor gidiyor, yakalayın. İnsanlık için, tarih için benden de birkaç büyük başarı isteyin ve onu da biz alkışlayalım.
Parti Önderliği
7 Temmuz 1994
- Ayrıntılar